Merhametin Yokluğunda Donan Kalpler
Bugün şehirlerimizde yankılanan cinayet haberleri, aile içi şiddet, sokak ortasında işlenen vahşetler, savaş meydanlarında yitip giden çocuklar… Hepsi aynı hakikati haykırıyor: İnsan, merhametten koptukça kendi özüne yabancılaşıyor. Çocukların kanını akıtan eller, kadınların gözyaşını kurutan yüzler, yaşlıların feryadını duymayan kulaklar… Hepsi aynı susuz çölün yolcuları.
MERHAMETİN YOKLUĞUNDA DONAN KALPLER
Bizi yokluktan var eden, varlığından haberdar eden Allah’a mevcudatın sayısı adedince hamd, alemlere rahmet olarak gönderilen Efendimiz Hz. Muhammed’e (ASM) binler salat ve selam olsun ki, demiş: “Ben, güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim.”
Efendimiz (ASM)’ın hayatına baktığımızda; yalnızca bir peygamberin tebliğ mücadelesi değil; aynı zamanda hüzün, sabır, fedakârlık, şefkat ve sınırsız sevginin de destanıdır.
Ey Âlemlere Rahmet! Senin yokluğun bizim için en büyük yoksulluktur. Hasretle anıyor, sevginle diriliyoruz. Senin yolunu takip etmek, senin ahlakınla ahlaklanmak, senin merhametini kalplerimizde yaşatmak, bu 1500. yıl dönümünde en büyük sorumluluğumuzdur.
O (ASM) henüz çocuk yaşta annesinin sıcak kucağını kaybetti. Yıllar sonra annesinin medfun olduğu Ebvâ’da mezarını ziyaret ettiğinde hüzünlenerek “annemin bana şefkat ve merhametini hatırladım” demekle özlemini terennüm etti.
Sonra amcası Ebu Talib’in himayesinde büyüdü, onun da vefatıyla yalnızlığın ve himayesizliğin acısını çektiği sıkıntılardan sonra “amca yokluğunu ne çabuk hissettirdin” diyerek ifade etti.
Çok sevdiği eşi Hz. Hatice’sinin ayrılığı, onu tarifsiz bir hüzne boğdu.
Ardından gözünün nuru çocuklarını bir bir toprağa verdi. Oğlu İbrahim’i kaybedip toprağa verirken ağlamasına sahabelerin sorusu üzerine; "Göz yaş döker, kalb teessür duyar. Biz, Yüce Rabbimizin râzı olacağı sözden başkasını söylemeyiz. Vallahi, ey İbrahim! Senin ayrılığın bizi fazlasıyla mahzun etti!" derken yüzünü Uhud dağına dönerek "Ey dağ! Eğer, bendeki üzüntü sende olsaydı, muhakkak yıkılmış gitmiştin. Fakat biz, Allah'ın bize emrettiğini söyleriz: 'İnnâ lillahi ve İnnâ ileyhi râciûn" der.
Uhud’da, şehitlerin efendisi Hz. Hamza’nın (R.A.) paramparça bedeni önünde; “Ey Allah Resûlü’nün amcası, ey Allah ve Resûl’ünün arslanı Hamza, ey hayırlar sahibi Hamza! Ey Allah Resûlü’ne bütün varıyla hami olan Hamza, Allah sana rahmet eylesin! Eğer yas tutmak gerekseydi, senden sonra sevinmeyi terk edip yas tutardım...” derken duyduğu hüznün yanında ümmetinin önünde metanetini bozmadı. O hep hüznüyle beraber sabrı kuşandı.
Taif sokaklarında taş yağmuru altında kan revan içinde kalışı, insanlık için sabrın zirvesi oldu. Yalnız kalmış, incinmiş, bedeni kan içinde olsa da gönlü kırılmamıştı. Ellerini açtı ve "Allah'ım! Kuvvetsiz ve çaresiz kaldığımı, halk nazarında hakîr görüldüğümü ancak sana arzeder, sana şikâyet ederim."
"Ey merhametlilerin merhametlisi olan Allah! Herkesin hakir görüp de dalına bindiği, çaresizlerin Rabbi ancak Sensin. Benim Rabbim de ancak Sensin. Sen, beni kötü huylu, yüzsüz bir düşman eline düşürmeyecek kadar merhamet sahibisin."
"Allah'ım! Yeter ki, Senin gazabına uğramayayım. Ne çekersem ona katlanırım. Fakat senin af ve mağfiretin bunları bana yaptırmayacak kadar geniştir."
"Allah'ım! Senin gazabına uğramaktan, İlâhi rızandan uzak durmaktan, senin o zulmetleri aydınlatan ve âhiret işlerini yoluna koyan İlâhi nuruna sığınırım!"
"Allah'ım! Sen razı oluncaya kadar, affını dilerim! Allah'ım! Her kuvvet, her kudret ancak seninle kâimdir!.."
Bu duasından sonra Cebrâil (a.s.) seslendi: "Şüphesiz Allah, kavminin sana neler söylediğini işitti. Sana şu dağlar meleğini gönderdi. Kavmin hakkında dilediğini yapmak üzere ona emredebilirsin."
Fakat, şefkat ve merhamet kaynağı Resûl-i Ekremin arzusu başka idi. Dağlar meleğine şu cevabı verdi: "Hayır, ben böyle bir şey istemem. İstediğim tek şey, Hak Teâlâ'nın bu müşriklerin sülbünden, Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmaksızın ibâdet edecek bir nesil ortaya çıkarmasıdır." diyecek kadar şefkat ve merhamet sahibi idi.
Bedir’de, Uhud’da ve Hendek’te aslanlar gibi ön saflarda çarpıştı. Bir elinde kılıç, kalbinde Allah sevgisi… Hendek’te açlıkla imtihan oldu, karnına taş bağladı ama ümmetini korumaktan bir an geri durmadı. Hayber’de, Huneyn’de cesaretiyle sahabenin yüreğine cesaret üfledi. O, yalnızca bir komutan değil; adaletin ve şefkatin timsaliydi.
O, merhamet peygamberiydi. Bir Yahudi çocuğu hastalandığında ziyaretine gitti, başucuna oturdu ve ona, “Müslüman olmasını” teklif etti. Çocuk, düşüncesini öğrenmek için, yanında bulunan babasının yüzüne baktı. Babası: "Ebü'l-Kâsım'ın çağrısına uy.", deyince, çocuk da Müslüman oldu.
Bunun üzerine Hz. Peygamber (asm) "Şu yavrucağı cehennemden kurtaran Allah'a hamdolsun." derken her inanca sahip insanlara tebliğ vazifesinin ve davasının evrensel olduğunun bir ifadesiydi.
Kuşu ölen bir çocuğa taziye verdi.
Kız çocuklarının diri diri gömüldüğü bir çağda, kızını ayakta karşılayan, kucağına alıp bağrına basan baba oldu. Çocukları öper, onların başını okşar, ümmetine şefkatle yaklaşırdı.
Eşlerine karşı zarafet ve vefa örneği oldu. Onlarla istişare eder, ev işlerine yardım eder, gönüllerini incitmezdi. Hatice’sine olan sevgisini vefatından sonra bile unutmadı; onun dostlarını gördüğünde ayağa kalkar, ikramda bulunurdu.
Ashabına, bir öğretmenden ziyade bir dosttu. Her biriyle ayrı ilgilenir, sıkıntılarını kendi sıkıntısı bilirdi. Bir yetimin başını okşayan sahabeyi görünce, kalbinde derin bir sevinç duyardı. Onların yorgunluklarını kendi yorgunluğu gibi taşırdı.
O, Rabbine secdelerde gözyaşlarıyla yönelirdi. Geceleri uzun kıyamlar, gözyaşlarıyla dolu dualar… Allah’ın en sevgili kulu olmasına rağmen, en çok ibadet eden oydu. Tevazusuyla ümmetine örnek oldu.
En dokunaklı olan ise, onu hiç görmemiş bizlere duyduğu sevgiydi. “Ah keşke bana doğru, havuza gelen kardeşlerimi bir görsem de, içlerinde şerbetler olan kaselerle onları karşılasam. Cennete girmeden önce, onlara (Kevser) havuzumdan içirsem.”
Bu sözleri üzerine ona denildi ki: “Ey Allah’ın Resulü biz senin kardeşlerin değil miyiz?”
O şöyle cevap verdi: “Sizler benim ashabımsınız (arkadaşlarımsınız). Benim kardeşlerim de beni görmedikleri hâlde bana inananlardır. Mutlaka ben Rabbimden sizinle ve beni görmeden iman edenlerle gözlerimi aydınlatmasını istedim.”
Hz. Muhammed (SAV), ümmetinin yüreğinde tükenmeyen bir özlemdir. Onu andıkça kalplerimiz yanar, onu düşündükçe gözlerimiz dolar. O’nun yolunda olmak, sabırla, şefkatle, merhametle ve imanla yaşamak demektir.
Bizim için en büyük hasret, kıyamet günü onun Kevser havuzu başında “Ümmetim, ümmetim” diyerek bizi karşılamasıdır. O gün, tüm bu hasretler vuslata dönecek ve bizler Allah’ın Habibi’nin gölgesinde sonsuz huzuru bulacağız inşallah derken…
Gelelim Rahmet Peygamberinin (ASM) yukarıda kısa ve öz olarak ifade etmeye çalıştığım hususiyetlere mukabil O’na (ASM) tabi olmayan, O’nun (ASM) izinden gitmeyen “ümmeti”(!) olmaktan sadece dille iftihar ederek söylediğimiz hali pür melalimize değinmek, başımızı iki elimizin arasına alıp mahcubiyet ile tefekkür etmeye…
Üstad Necip Fazıl’ın “Reis Bey” adlı eserinden ilhamla,
“Ağlayabilseydiniz, anlayabilirdiniz…”
“Anne Katili” suçlamasıyla haksız yere idam edilen bir çocuğun dudaklarından dökülen bu sitem, sadece bir kişiye değil, bütün insanlığa yöneltilmiş gibi geliyor. Çünkü biz, merhameti kaybettikçe, birbirimizi anlamaktan da uzaklaştık. Gözyaşı, kalbin diliydi; biz dili unuttuk, kalbi mühürledik.
Bugün şehirlerimizde yankılanan cinayet haberleri, aile içi şiddet, sokak ortasında işlenen vahşetler, savaş meydanlarında yitip giden çocuklar… Hepsi aynı hakikati haykırıyor: İnsan, merhametten koptukça kendi özüne yabancılaşıyor. Çocukların kanını akıtan eller, kadınların gözyaşını kurutan yüzler, yaşlıların feryadını duymayan kulaklar… Hepsi aynı susuz çölün yolcuları.
Oysa merhamet, hava gibi, su gibi bir iksirdi. Bir toplumu baş aşağıdan baş yukarı edecek yegâne kudretti. Ama biz, merhameti zayıflık saydık. Döve döve iyilik inşa edileceğine inandık. Oysa şefkat, kudretin en yüce tecellisidir. Biz ise kudreti merhametsizlikte aradık ve en büyük yanlışı işledik.
Bugün Gazze’de bombalar altında inleyen çocukların vebali sadece zalimlerin değil, susanların, unutanların, görmezden gelenlerin boynundadır. Bir köprü altında donarak ölen evsiz, bir savaşta esir düşen mazlum, bir hastane köşesinde çaresizlikle gözyaşı döken hasta… Hepsi bize tek bir hakikati fısıldıyor: “Suçlu benim, herkes suçsuz!”
İnsanın içindeki kötülüğü zincire vurmak kanunlarla değil, merhametle mümkündür. Çünkü merhamet yoksa, kanun da acımasız bir sopa olur. Merhamet yoksa, anne evladını, kardeş kardeşi, insan insanı bıçaklar. Ve biz bugün bunu yaşıyoruz: İnsanlığın kendi özünü bıçaklayışına tanıklık ediyoruz.
Peki çare nedir? Çare, gözyaşının yeniden kalplerimize dönmesindedir. Çünkü insan ağladıkça anlar, anladıkça merhamet eder. Bütün insanlığın yegâne kurtuluşu, birbirini affetmektir. Herkesin başucuna asması gereken levha şudur: “Suçlu benim.” Ancak o zaman gerçek bir dönüşüm mümkün olur.
Bugün hepimiz buz çölünde yol alıyoruz. Aldığımız nefes bile soğuk kayalara dönüşüyor. Ama unutmayalım: Buz, ancak merhamet ateşiyle erir. O ateşi yakmadıkça ne kalpler çözülür ne de insanlık kurtulur.
Nurullah Genç’in Rahmet’in tecessüm etmiş hali olan “Yağmur” şiirinde tavsif ettiği Efendimiz’i (ASM) anlatan şu dizelerle yazıyı bitireyim…
Yağmur, seni bekleyen bir taş da ben olsaydım,
Çölde seni özleyen bir kuş da ben olsaydım,
Dokunduğun küçük bir nakış da ben olsaydım,
Sana sırılsıklam bir bakış da ben olsaydım,
Uğrunda koparılan bir baş da ben olsaydım,
Bahira'dan süzülen bir yaş da ben olsaydım,
Okşadığın bir parça kumaş da ben olsaydım,
Senin için görülen bir düş de ben olsaydım,
Yeryüzünde seni bir görmüş de ben olsaydım,
Sana hicret eden bir Kureyş de ben olsaydım,
Damar damar seninle, hep seninle dolsaydım,
Batılı yıkmak için kuşandığın kılıcın,
Kabzasında bir dirhem gümüş de ben olsaydım...
Kalbi selam ve dua ile kalınız…
Editör: Mehmet Nezir Güneş
