tatlidede

Nübüvveti Algılamak

Nübüvveti Algılamak

“ - Ey Fazl’ın babası, yeğeninin saltanatı ne kadar da büyümüş! ”

“ - Yazık sana! O saltanat değil, nübüvvettir... ”

            Bu konuşma binlerce kişilik İslam ordusunun Mekke sırtlarında şehre girişini seyreden iki kişi arasında geçiyordu. Bu basit bir muhavere değildi. Aynı zamanda iki farklı dünya görüşünün aynı olayı nasıl değerlendirdiğinin de basit bir timsaliydi. Başka bir deyimle kazanan güçle, yirmi küsur senelik mücadele sonunda Mekke gibi ilk ve son kalesini kaybeden güç arasındaki siyaset felsefesinin farklılığının deliliydi. İkisi de aynı olayı gözledikleri halde birbirine taban tabana zıt iki farklı bakış açısıyla ifade ediyorlardı gördüklerini.

            Mekke’yi temsil eden bakış, olayı dünyevi güç açısından değerlendiriyordu. Birçoğu birbirine can düşmanı olan ve hepsinin farklı değerlere inandığı bunca farklı kabileyi tek inanç (Tevhid), tek lider (Rasul), tek slogan (Allah-u Ekber) etrafında birleştiren şeyin olsa olsa yalnızca zorbalık ve dünyevi güce dayanan ‘Saltanat’ olabileceğini düşünüyorlardı.

            Medine’yi temsil eden mantık, böylesine ezici bir kuvvetle, yıllardır kendisine ve inancına karşı kör bir inatla ayak diremiş insanların ellerindeki en büyük karargâhı fetheden bir ordunun komutanının, sultanlara ve padişahlara yaraşır bir tantana ve gururla değil de, hamd ve şükürle yükümlü olduğu Rabbi karşısında, başı devesinin hörgücüne değecek kadar engin bir tevazu ve toprak gibi bir mahviyet içerisinde geçişini gösteriyor ve hükmünü veriyordu: “Saltanat değil, nübüvvettir bu!”[1]

            Muhammedî daveti, Kureyş ileri gelenleri daha başından itibaren onu siyasi biçimde okuyup, ona karşı siyaset uyguladılar. Onlar bu davette, ekonomik yapılarının, dolayısıyla siyasi iktidarlarının, hatta bizzat var oluşlarının temelini sarsmayı hedef alan bir çağrı gördüler. Putlara saldırı ve tek tanrıya ibadete çağrının anlamı, Muhammedî davetin yaptığı gibi kaynağı “akide” olsa bile, Arap kabilelerini hac ve onunla bağlantılı ticaret ve Mekke’ye çeken siyasi sarsmaya, dolayısıyla Kureyş’in iktidar, ekonomik ve siyasi iktidar kaynağını yok etmeye çağrıdan ibarettir. Öte yandan, Kureyş’in kendisine karşı siyaset uygulaması karşısında Muhammedî davetin pasif kalması düşünülemezdi. Bilakis aynı silahla ona karşı savaşması zorunlu idi; bu hayatın kanunudur. En azından, siyasi silahı, silahlarından biri yapmak zorundaydı. Fiilen olan da zaten budur.[2]

            Kur’an’ın indiği toplumda onu anlama sorununun olmadığı kesindir. Ona inanmama sorunu vardı. Bu da, inat, tekebbür (büyüklenme), taklit, cehalet ve menfaat gibi sebeplerden kaynaklanıyordu.

            Hayatı zor kılan veya peygamberlerin amaçladıkları hedefin gerçekleşmemesini zorlaştıran şey insanın dar görüşlülüğü ve bencilliğidir.

            Asr-ı Saadet’te Müşrik Mekke toplumunun Hz. Peygamber (s.a.v.)’i ve Tevhit inancını yanlış değerlendirdiklerini görmekteyiz.

            Yanlış değerlendirme iki türlüdür:

1 - Değer biçmek

2 - Değer atfetmek

Değer biçmek; ahlakî muhteva taşıyan bir olayı, bir ilişkiyi veya böylesi olay ve ilişkilerin sergilendiği bir metni içinde yaşadığı toplumda o anda egemen olan değer yargılarına (morale) göre, - onlar açısından moda ve yükselen değer ne ise ona göre – kendi gözleriyle bakmadan, görmeden- değerlendirmektir (taklit). Değer atfetmek ise, gördüğü veya okuduğu olayları, ilişkileri, kişinin kendi menfaatleri, egosu içinde bulunduğu psikolojik, duygusal ilişkileri açısından değerlendirmek ve yorumlamaktır. Bunlar Aristo’nun dediği gibi hep hedef kaçırmalardır.[3]

            İnkârın ahlakî arka planına baktığımız zaman; Kur’an’da ‘küfür’ ve ‘tekzip’ olayı Allah’ın inkâr edilmesi hususunda değil, tevhid inancının kabul edilmesi ve peygamber/kitap kabul edilmesi hususunda ortaya çıkar. Mevdudî’nin dediği gibi: “Kur’an’da söz konusu edilen toplumların tümü Allah’a inanıyorlardı. Peygamberler ‘ateizm’  ile değil ‘şirk’ ile mücadele etmişlerdir. Örneğin, Yahudilerin tekzibi peygamber ve kitaba yönelir. Hıristiyanlarınki hem peygamber/kitaba hem de Kur’an’ın tevhid öğretisinedir. Müşriklerin inkâr ve tekzipleri ise, hem tevhid öğretisine hem de peygamber/kitaba yönelmiştir. Kur’an bu direnişi, baştan sona kadar kalbin bir ‘kesbi’ olarak ahlakî düzlemde değerlendirir.[4]

            Mekke toplumuna baktığımız zaman, o dönemde şimdiki gibi yaşamakla inanmak arasında uçurumlar oluşmadığından, tapınma hem inanmayı hem de yaşamayı birlikte ifade ediyordu. Gerek dini hayat gerekse ekonomik ve sosyal hayat iç içe girmiş bir bütünü oluşturuyordu. Bunlardan birine müdahale etmek Mekke’deki Kurulu düzenin alt-üst olmasına yeterdi. Hz. Peygamber’ in nübüvvetin ilk yıllarını gizli tutmasının bir nedeni de budur.

            Nitekim Rasulüllah (s.a.v) onları tevhide çağırdığı zaman şiddetle karşı çıkmaları da bunu göstermektedir. Çünkü tevhidi kabul etmeleri halinde ekonomik ve sosyal düzenleri sarsılacaktı.

            Bununla birlikte, her ne kadar Mekke Müşrikleri’nin atalarının inançlarında direnç gösterdikleri görünse de aslında onların inanç karşısında ne kadar lakayt kaldıklarını, Hz. Peygamber (s.a.v)’e yapmış oldukları şu tekliften anlayabiliriz:

            İbn-i Abbas’ın rivayetine göre, Kureyşliler Rasulüllah’a şöyle diyorlardı: “Biz sana o kadar mal veririz ki Mekke’de herkesten daha zengin olursun. Eğer bir kadın istersen onunla seni evlendiririz. İstersen seni önder olarak kabul ederiz. Yalnız tanrılarımızı kötülemekten vazgeç. Eğer bu teklifi kabul etmezsen başka bir teklifimiz var; bu senin için de bizim için de daha hayırlı olur. “Gel bir yıl tanrılarımız olan Lat ve Uzza’ya (bizim taptığımız gibi) ibadet et, biz de bir yıl senin tanrına (senin inandığın gibi) ibadet edelim” dediler.[5]

            Bu teklif, hak olsun batıl olsun inancından emin olanların yapacağı bir teklif değildir. Nitekim buna cevabı Rasulüllah değil, Kafirun süresi ile Allah (c.c) vermektedir: “...Sizin dininiz size, benim dinim bana.”[6]

            Bu durumda Müşriklerin Müslümanlara karşı verdikleri savaş, batıl da olsa bir inancı korumanın savaşıdır diyemiyoruz. Müşriklerin en çok inandıkları şey menfaatleri ve saltanatları olmuştur. Saltanatlarına halel getireceğine inandıkları tüm çıkışları yok etmeye çalışmışlar ve böylesi durumlarda en acımasız zulümleri de yapmaktan çekinmemişlerdir.

 

 

                                                                                              Edip AKYOL

 



[1] Mustafa İslamoğlu, Hilafetten Saltanata, İst. 2004, s. 33–34

[2] Cabirî, s.72

[3] İlhami Güler, Sabit Din Dinamik Şeriat, s. 170–171

[4] Güler, s. 58

[5] Mevdudî, Tefhimul’l Kur’an, Terc. Komisyon, İst. 1996, VII/275–276

[6] 109/Kafirun /6.

Yorum Yaz