matesis
dedas

Sahur ve İftar

Sahur ve İftar

Peygamber Efendimizin Medine’ye gelişinden yaklaşık olarak on sekiz ay geçmişti. Şaban ayının son günleriydi. Bakara sûresinin gelen ayetleri Ramazan orucunun farz kılındığını haber vermişti. Resûlullah’ın tebliğ ve teşvik ettiği herşeyi, “İşittik ve itaat ettik" diyerek büyük bir aşkla yerine getirmeye çalışan sahâbe-i kiram, bu ibadeti de gerektiği gibi yap­maya gayret ve özen gösteriyorlardı.

Orucun farz kılındığı bu ilk dönemlerde sahâbiler, iftar ettikten sonra gece uyumadıkları müddetçe yiyebiliyor, içebiliyor, eşleriyle birlikte olabi­liyorlardı. Fakat akşam olduğunda, iftar vakti dâhil, herhangi bir vakitte uyumaları hâlinde uyanınca bunların hiçbirini yapamıyorlar, ertesi gün güneş batıncaya kadar oruçlu sayılıyorlardı. Bir gün Kays b. Sırma (ra) adlı bir sahâbî yorgun argın evine gelerek hanımından iftar için yemek ha­zırlamasını istemişti. Fakat bütün gün çalışan Kays, hanımı gelene kadar yorgunluktan uyuyakaldı. Böylece hiç yemek yiyemeden ertesi günün oru­cuna başlamak zorunda kaldı ve yine tarlasında çalışmaya başladı. Ancak günün ortasında açlık ve yorgunluğa daha fazla dayanamayarak bayılıverdi. Kays’ın bu hâli Resûlullah’a haber verildi. Bunun üzerine Müslümanlara kolaylık sunan ve “sahur” uygulamasını başlatan şu âyet nâzil oldu:

“Oruç gecesinde kadınlarınıza yaklaşmak size helâl kılındı. Onlar sizin için birer elbise, siz de onlar için birer elbisesiniz. Allah sizin kendinize kötülük etti­ğinizi bildi ve tevbenizi kabul edip sizi bağışladı. Artık (Ramazan gecelerinde) onlara yaklaşın ve Allah’ın sizin için takdir ettiklerini isteyin. Sabahın beyaz ip­liği (aydınlığı) siyah ipliğinden (karanlığından) ayırt edilinceye kadar yiyin, için sonra akşama kadar orucu tamamlayın.'

“Gecenin son üçte biri” için kullanılan “seher” kökünden gelen sa­hur”, oruç tutmak üzere fecrin doğuşundan önce yenen yemeğe verilen isimdir. Hz. Peygamber’in, bazı hadislerinde “ekletüs-sahûr” bazılarında ise “taâmü’s-sahür yani “sahur yemeği” olarak ifade ettiği, gecenin yarısın­dan sonra yenen bu yemek için genellikle “sahur kelimesi kullanılmıştır.

Gündüz oruç tutabilmek için sahur yemeğinden istifade edilmesini tavsiye eden Peygamber Efendimiz, “Bizim orucumuzla Ehl-i kitabın orucu­nu ayıran (şey), sahur yemeğidir." diyerek sahur yapmanın oruç ibadetinde Müslümanların ayırt edici bir vasfı olduğunu bildirmiştir. Sahura kalkmayı son derece önemsediğinden, "Sahur yemeği yiyin. Çünkü sahur yemeğinde bereket vardır.” Buyurarak Müslümanlardan bir yudum su ile olsa da mut­laka sahur yapmalarını istemiştir. Resûl-i Ekrem, sahurun bereketinden sık sık bahsetmiş, sahabeden İrbâd b. Sâriye’yi (ra) sahura davet ederken de, "Mübarek yemeğe gel!" diyerek bu yemeğin hayırlı ve bereketli olduğunu farklı bir şekilde ifade etmiştir. Ayrıca sahur yapanlara Allah Teâlâ’nın merhamet, meleklerin de hayır dua edeceği müjdesini vermiştir.

Bu bereketli gece yemeği, imsak vaktiyle sona erer. “Bir şeyden el çek­mek, kendini tutmak” mânâsına gelen “imsak”, oruç tutmak üzere belirle­nen vakitte kişinin kendisini yeme, içme ve cinsel ilişkiden uzak tutmasını ifade eden bir terimdir. Dar anlamda ise günün aydınlanmaya başladığı ve böylece sahurun sona erip orucun başladığı vakit için kullanılır. “İmsak” kelimesi daha ziyade bu dar anlamıyla meşhur olmuştur. Güneşin batışıy­la oruç yasaklarının kalktığı zamana ise “iftar” denilmiştir.

Sahâbe-i kirâm Hz. Peygamber’in emrini yerine getirmek, onun sün­netini takip etmek üzere sahura büyük heyecanla kalkıyorlardı. Ne var ki, ilk zamanlarda, saat gibi zamanı gösteren belirli bir araç olmadığı için, oruca başlama vaktinin tesbiti konusunda ashâb arasında bir tereddüt hâsıl olmuştu. Her ne kadar Yüce Rabbimiz bunu Kur’an âyetiyle, siyah iplik ile beyaz iplik birbirinden ayırt edilecek zamana kadar şeklinde bildirmiş ise de bu mecâzi ifadeyi bazı sahâbîler anlayamamıştı. İmsak vaktini tayinde zorlananlardan biri de Tay kabilesinden cömertliğiyle meşhur sahâbî Adî b. Hâtim (ra) idi. Oruca başlama vaktini belirleyen âyet indiğinde Adî, bir siyah bir de beyaz ip alıp bunları yastığının altına koymuştu. Gece bunlara bakıp aralarında bir fark tespit edemeyince oruca ne zaman başlayacağına bir türlü karar verememişti. Sabah olunca hemen Resûlullah’a gelerek bu durumu anlattı. Allah Resûlü, "Öyleyse senin yastığın enli ve uzunmuş.” söz­leriyle onun âyette kastedileni anlamadığını ima ederek gülümsedi ve şu açıklamayı yaptı: “Ayette bahsi geçen siyah ve beyaz iplik, gecenin karanlığı ile’ gündüzün aydınlığından ibarettir.”

Gerek Sevgili Peygamberimizin bu beyanıyla, gerekse sonradan âyette geçen tan yeri ağarıncaya kadar” ifadesinin nâzil olmasıyla âyetin mânâsı iyice anlaşılmış, Adi b. Hâtim gibi siyah ve beyaz iplerle kafası karışan diğer kimselerin de zihinleri aydınlanmıştı. Ancak imsak vaktinin tayini hususundaki ihtilâflar devam etmekteydi. Ashâbın çoğunluğu imsak ve iftar vakitlerinde ezana göre hareket ediyordu. Ancak imsak vaktinde Hz. Peygamber’in müezzinlerinden Bilal (ra) ezanı daha önce okurken İbn Ûmmü Mektûm (ra) ise geciktiriyordu. Gecenin farklı vakitlerinde okunan bu ezanlar, sahabenin imsak vaktini karıştırmalarına neden olmuştu. Al­lah Resûlü’nün, “Bilal ezanı geceleyin okur. Siz, İbn Ümmü Mektûm’un ezanını işitinceye kadar yiyin, için.” sözleriyle bu karışıklık da ortadan kalkmış oldu. Zira Hz. Bilâl’ın okuduğu ezan, uyuyanları uyandırmak, gece kalkıp namaz kılanlara da sahur vaktinin bitmek üzere olduğunu haber vermek içindi, imsak vaktinin girdiğini göstermiyordu. İbn Ümmü Mektûm’un okuduğu ezan ise Müslümanlara oruç ibadetinin başladığını ilân ediyor­du. Zira o, âmâ olduğundan çevresindeki insanların sabah namazı vakti­nin girdiğini söylemesiyle ezan okumaktaydı.

İmsak vakti, sabah namazının vaktinin girdiği, gecenin bittiği, gündü­zün başladığı andır. İmsakla birlikte mümin, sevabını Allah Teâlâ’nın takdir edeceği çok özel bir ibadete başlar. Zira Yüce Allah kutsi bir hadiste şöyle bu­yurmuştur “...Oruç benim içindir, onun ecrini ben vereceğim...” Gün ilerledikçe, oruç tutmanın kazandırdığı mânevi haz ve heyecanla birlikte açlık ve susuz­luk hissi de artar. Fakat oruç tutan Müslüman, “Oruçlunun ağız kokusu Allah katında misk Muşundan daha güzeldir.” diyen Allah Resûlü’nün bu övgüsüne mazhar olabilmek için sabreder. Ve yalnızca Allah için türlü zorluklara katla­nılarak eda edilen bir günlük oruç iftar vaktinin girmesiyle sona erer.

Kur’ân-ı Kerîm’de “akşama kadar” oruç tutulması emredildiği ve iftar vaktinin tam olarak ne zaman girdiği açıklanmadığı için sahâbe, konuyu Peygamber Efendimize danışmıştır. Hz. Ömer’in, “İftar vakti ne zaman­dır?” sorusu üzerine Sevgili Peygamberimiz, “Gece gelip gündüz gidince ve güneş kaybolunca oruçlu iftar eder.” diyerek güneşin batışıyla iftar vaktinin girdiğini bildirmiştir.

İftar vakti, müminler için sevinç ve huzur vaktidir. Bu vaktin gir­mesiyle Allah’ın rızası için açlığa, susuzluğa, orucun sıhhatine zarar ve­recek tutum ve davranışlara karşı sabreden, oruca özel yasaklardan uzak durmayı başaran ihlâslı gönüller için bütün bu yasaklar kalkar. Bu vakit, Resûlullah’ın (sav), “Şüphesiz her iftar vaktinde Allah tarafından (cehennem ateşinden) azat edilenler vardır. Bu (azat etme işlemi Ramazanda) her gece olur.” sözleriyle ifade ettiği üzere, bağışlanma vaktidir. ""yine Hz. Peygam­ber, “...Müminin iki sevinci vardır: Birisi iftar vaktinde orucunu açtığı andaki se­vinci, diğeri Rabbine kavuştuğu zaman orucunun (mükâfatından kaynaklanan) sevincidir.” buyurmuştur.

Visal orucunu yani iki gün peş peşe iftar etmeden oruç tutmayı ya­saklayan Allah Resûlü, iftar vakti gelince, oruç açmada acele edilmesini tavsiye etmiştir. “İnsanlar vakti girince iftar etmekte acele ettikleri sürece hayır üzere olurlar buyurmuş ve Allah’ın en sevdiği kullarının iftar yapmada acele edenler olduğunu bildirmiştir. Nitekim bir gün, tabiinden Ebû Atıyye ile Mesrûk, müminleri annesi Hz. Âişe’nin yanına gelerek sahâbeden bir kişinin iftar yapmada ve akşam namazını kılmada acele ettiğini, diğer bir kimsenin ise bunları geciktirdiğini söylemiş, hangisinin daha doğru olduğunu öğrenmek istemişlerdi. Hz. Âişe iftarda ve namazda acele ede­nin kim olduğunu merak etmiş ve onun Abdullah b. Mes’ûd olduğunu öğrendikten sonra şöyle demişti: “Allah Resûlü de böyle yapardı.”

Peygamber Efendimiz, iftar edeceği zaman özel yiyecekler aramaz, yemek ayrımı yapmaz, sofrada ne bulursa onunla iftar ederdi. Onun iftar sofrası, lüks ve israftan uzak, son derece sade idi. Medine’de Efendimizin yanında büyüyen Enes b. Mâlik (ra), Resûlullah’ın iftarını şöyle anlatmış­tır: “Resûlullah (sav) akşam namazını kılmadan önce birkaç taze hurma ile, eğer yoksa kuru hurma ile iftar ederdi, o da yoksa birkaç yudum suy­la orucunu açardı.” Peygamberimiz, Allah rızasını kazanmak için oruç tutar, O’nun rızkıyla iftar eder, iftar ederken de ellerini açarak şöyle dua ederdi: “Allâhümme leke sumtü ve alâ rızkıke eftartu. (Allah’ım! Senin zan için oruç tuttum ve senin rızkınla orucumu açtım.)”

Allah Resûlü, “Her oruçlunun iftarını açtığında reddedilmeyen bir duası vardır.” diyerek müminlere bu sevinç ve bağışlanma vaktinde dua etmeleri­ni öğütlemiştir. Bu hadisi Peygamberimizden nakleden sahâbi Abdullah b. Amr’ın (ra) iftar vaktinde, “Allah’ım! Senden herşeyi kuşatan rahmetin ile beni bağışlamanı dilerim.” diyerek dua ettiği bilinmektedir.

Ramazan ayında, diğer zamanlara göre daha cömert olan Sevgili Peygamberimiz, iftar sofralarını başkalarıyla paylaşmaya büyük önem ver­miş ve şöyle buyurmuştur: “Her kim bir oruçluya iftar yemeği yedirirse, kendisi­ne onun sevabı kadar sevap verilir; oruçlunun ecrinden de hiçbir şey eksiltilmez ” Kendisi de iftar davetlerine icabet etmiş, davet sahiplerine övgüde bulun­muştur. Nitekim Sa’d b. Ubâde’nin (ra) iftar davetine icabet ettiğinde, iftarda kendisine ikram edilen ekmek ile zeytinyağını yedikten sonra, genellikle başkalarıyla iftar ederken okuduğu şu duayı okumuştur: “Eftara ıdekümüs-sâimun ve ekele taâmekümul-ebrâr ve sallet aleykümıı’l-melâiketü. (Yanınızda oruçlular iftar etsin, yemeğinizi iyiler yesin ve melekler size rahmet dilesin.)

İslâm ümmeti, Allah Resülü’nün diğer sünnetlerine karşı gösterdiği hassasiyeti sahur, iftar, iftarda acele etme, iftar sofralarına ihtiyaç sahiple­rini çağırma gibi konulardaki sünnetinde de göstermiş, tarih boyunca bu heyecan artarak devam etmiştir.

Hz. Bilâl’in oruç tutacak olanları sahura kaldırmak için okuduğu ezandan hareketle Osmanlı döneminde sahur vaktini duyurmak için Allah’a hamd ve övgü, Peygamberine salât ve selâm okunmuştur. “Temcit” adı verilen bu uygulamaya atfen dilimizde “temcit pilavı” şeklinde bir tabir oluşmuştur. Zira o günlerde akşamdan hazırlanmış pilavlar, sahur vaktin­de temcidler okunurken çıkarılır, ısıtılır ve sahur yapılırdı. Osmanlı’daki bu geleneğin yerini daha sonraları, oruç tutanları uyarmak üzere caddeler­de mâniler eşliğinde davullar çalan Ramazan davulcuları almıştır. Hayat şartlarıyla değişen ve günümüzde giderek azalan bu uygulamalar, toplum­da canlı olarak yaşanan Ramazan sevincinin birer göstergesidir.

Sahurlardaki coşku iftarlarda zirveye çıkmış, öyle zamanlar olmuş ki, iftar sofraları törenle kurulur ve ikram edilen yemekler, belli bir düzen için­de yenilir hâle gelmiştir. İftar vakti top atışlarıyla ilân edilmiş, bu uygulama çeşitli hediyeler dağıtılarak devam etmiştir. Günümüzde de gerek Mekke ve Medine’de saflar hâlinde oluşturulan uzun, geniş, mütevazı sofralarla gerek­se ülkemizde kurulan küçük büyük iftar çadırlarıyla toplumun her kesimin­den insan bir araya gelerek iftar sevincini paylaşmakta, farklı şekillerde de olsa iftar ve Ramazan coşkusu bütün İslâm âleminde yaşanmaktadır.

İftar davetlerini verirken akrabaların, dostların, komşuların dikkate alınması güzeldir. Fakat bu daireyi genişleterek, iftar sofralarına ihtiyaç sahibi insanları buyur etmek Allah’ın rızasına çok daha uygun bir dav­ranış olacaktır. İftar davetleri belli bir zümrenin bir araya gelerek lüks mekânlarda, zengin sofralarda yemek yemelerinin ötesine geçmeli; sofra­lara dâhil edilen yetimler, yaşlılar ve muhtaçlarla Halil İbrâhim bereketi­nin arandığı salih amellere dönüşmelidir.

Sahur, sevabını Yüce Allah’ın vereceği önemli bir ibadete başlamanın heyecanı, iftar ise nimetlere kavuşmanın sevinci ile geçen bereketli zaman dilimleridir. Allah’ın sevgisine ve rızasına kavuşabilmek için sahurdan if­tara kadar günlerini oruçlu geçirenler hem bu dünyada huzuru hem de âhirette mutluluğu kazanırlar. Bu güzel anlarını yakınlarla, dostlarla ve muhtaçlarla paylaşanlar ise birlikteliğin coşkusu ve yardımlaşmanın bere­ketiyle bu mutluluklarını bir kat daha artırırlar.

 

Yorum Yaz