matesis
dedas

Savaş ve Barış

Savaş ve Barış
Savaş ve Barış ünlü Rus yazar Leo Tolstoy’un, kendisi kadar ünlü romanıdır. Dünyaca ünlü olan bu edebi eserde birçok şey açık ya da kapalı olarak anlatılıyor. Buradaki mesajlar, siyasi, kültürel, edebi ve sosyal mesajlardır. Toplumu bir bütün olarak gözler önüne sermeye amaçlayan bu eser, kendi iç mantığında tutarlı bir duruş sergiliyor…
Roman da olaylar kısaca şöyle gelişiyor…
Napolyon’un Rusya’yı işgal etmesi ve ondan sonra başlayan Fransız Rus ilişkilerindeki siyasi, kültürel ve sosyal çalkantıları anlatan roman, Savaş ve Barış konusunda akla gelen ender edebi çalışmalardan birisidir. Eser ilk etapta Rus burjuvasının Fransız hayranlığını anlata anlata bitirmez. Rusya’da egemen olan sınıflar Fransızlar gibi yaşamakta, Fransa’dan tüketim malları ithal etmekte, evlerini Fransızlar gibi döşemekte, Fransız dilini ve edebiyatını en az Fransızlar kadar bilmekte, yani kısacası Fransız hayranlığı her yana köklerini salmıştır…
Söz konusu dönemde Rus sosyetesi arasında Fransızca konuşmayanlar aşağılanırdı, küçük görülürdü ve hatta alay konusu bile oluyorlardı.
Ama bu kompleksli atmosfer Napolyon’un işgal hareketiyle birlikte değişmeye başladı. Fransızca konuşanlar artık alçak sesle birbirleriyle konuşmayı başladılar. Çünkü Fransızca konuşanlar artık cezalandırılıyordu, hor görüşüyordu ve Fransız işbirlikçileri olarak adlandırılıyorlardı! Aslında hain ilan ediliyorlardı…
Ama işgalden önce egemen sınıf, yani aristokratlar, askerler, burjuvalar, bürokratlar, tüccarlar Frankofon’du. Aslında Fransız hayranıydılar. Ve bunda bir yanlışlık da görmüyorlardı.
Bunları şunun için burada anlatıyorum; barış, Napolyon kendi ülkesine çekildikten sonra başladı. Savaşın nedeni de bu işgaldi zaten…
Bundan sonraki dönemde değişik ilişkiler zamanla normalleşmeye başladılar. Ruslar kendi ülkelerinde özgür oldukları zaman, Fransızlarla eşit bir düzeye geldikleri zaman, barışı ciddi olarak konuşmaya başladılar… 
Savaş ve barış ilişkisi böyle bir şeydir, tarihi, toplumsal, kültürel koşullara göre değişebilir, yani somut olarak tartışılmayan bir barış, netice de karşımıza barış olarak da çıkmayabilir.
Burada aktardığımız örnek tarihi bir tecrübedir… Savaş ve barış konusunda bunun gibi binlerce örnek var tarihte, edebiyatta, toplumda…
Şimdi son zamanlarda bizim coğrafyamızda herkes barışı konuşmaya, ifade etmeye, savunmaya ve yazmaya başladı. Barış kavramı her bağlamda dillendiriliyor artık. Herkeste olumlu bir hava var. Herkes barıştan yanadır, kimse savaş ve şiddet istemiyor… Ne güzel,  ne hoş, ne iyi… 
Değil mi?
Kimisi onurlu barıştan, kimisi barış sürecinden, kimisi pozitif barıştan, kimisi kalıcı barıştan, kimisi sonsuz barıştan, kimisi büyük barıştan vs. söz ediyorlar. Kimine göre de barış aslında teslimiyettir, davadan vazgeçmektir, aslını inkâr etmektir, pes etmektir…
Burada elbette bakış açısı çok önemli bir konudur.
Tabii ki her zaman olduğu gibi, herkesin barışı kendisine göre oluyor… Barışımızda aslında bize benziyor. Barışın tanımı böyle muğlâk olunca, her şeyi kapsayınca, her derde deva olunca, o zaman; amatörler, şarlatanlar, kötü niyetliler, manipülatörler, sahtekârlar, profesyoneller, aldatanlar, bu çorbada tuzum olsun diyenler hemen devreye girerler. 
Dolandırıcılık ve sahtekârlık artık prim yapmaya başlıyor…
Bu ortamda herkes birer barış elçisi olmuştur artık…
Aynı George Orwell’ın romanı 1984’ te olduğu gibi, savaş barış olabiliyor, özgürlük kölelik olabiliyor, bilgisizlik kuvvet olabiliyor. Barış konusunda kullanılan dil, kimileri tarafından zıt anlamlı olarak da kullanılabiliniyor…
Dedim ya, herkesin dili kendisine benziyor, bu dil, kişisel amaçlara göre ve gerçek anlamında uzak olarak da kullanılabiliniyor. Bu da kesinlikle barışı beraberinde getirmez, olsa olsa kadük kalmış bir toplumsal ve siyasal evreyi beraberinde getirebiliyor…
Aslında yarım kalmış bir barış projesidir bu… 
Ama gerçekten barış nedir, ne olmalıdır, nasıl olmadır dediğiniz zaman, birçok kişi hemen gevelemeye başlıyor. Herkes tasavvur ettiği barışı anlatıyor, söylüyor, propagandasını yapıyor. Bunun tek yol olduğunu vurguluyor ve buna inanıyor. Acıların bitmesini istiyor, kimse ölmesin, kimse ağlamasın, kimse öksüz kalmasın diyorlar…
Yalınız şu da bir gerçektir; somut bir barışın tek bir tanımı ve projesi yoktur elbette. Barış derken çok farklı, açık olarak birbirleriyle çelişen görüşler ortalıkta dolaşıyorlar; aynı terörizm kavramında olduğu gibi…
Hâlbuki burada her şeyden daha önemli olan bir yöntemsel durum var; pratik bir sonuca ulaşmak için, barış kavramının netleşmesi gerekiyor. Netleşmeyen kavramlarla hareket etmek amaca ulaşmayı zorlaştırıyor… Hiç olmazsa pratik, siyasi ve kültürel açıdan barışın temel unsurları konusunda ortak bir görüş oluşturmamız gerekmez miydi?
Mesela kurt ile kuzu arasında bir barış nasıl gerçekleşebilir ki? İnsan kılığına girmiş kurtlar, özentilerinden, tercihlerinden, saldırganlıklarından ve hayvan dünyasından vazgeçmedikleri sürece bu barış nasıl gerçekleşir? Gelecek hakkında barışçıl projelerin gelişmesi için ne gibi fedakârlıkların yapılması gerekiyor? Nelerden, hangi tavırlardan vazgeçmemiz gerekiyor? Bu konularda somut olmamız gerekmez miydi? 
Mesela konu barış olunca, siyasi alanda şiddeti kesinlikle karantinaya alabilmemiz gerekmez mi? Barışla şiddeti birleştirmek ne kadar rasyonel olabilir ki?
Bu konularda bir dil ve kavram birliği şarttır…
Daha sonra barışın içeriğini, değerlerini, ahlaki ölçülerini, yöntemlerini her bağlamda, yüksek sesle, cesurca konuşmamız gerekiyor. Barışla ilgili kimin torbasında ne varsa, bizlere açık, net, tereddütsüz olarak anlatabilsin.
Peki, bu bağlamda kırmızıçizgilerden söz etmek samimi bir tavır olabilir mi?
Bence hayır!
Eğer barış herkesin arzuladığı bir şeyse, barış tek çözüm yolu ise, barış kardeşliği getirecekse, barış eşitliği getirecekse, barış kurtuluş ve özgürlüğü getirecekse, o zaman kırmızıçizgilerden söz etmek mantıklı bir duruş olamaz ki.
Barışın tesis edilmesi için kırmızıçizgileri çöp sepetine atmamız gerekmiyor mu?
Her şey barış içinse, o zaman tüm çabalarımızın, kırmızıçizgilerimizin de beyaz çizgilere dönüşmesi gerekmez miydi?

Yorum Yaz