matesis
dedas

Toprağının hakkını veren hayat

Toprağının hakkını veren hayat

Baharı hayli özlemiş biri olarak, bahar güneşinin hoyratça gülümsediği, rüzgarın güneşi kıskanırcasına estiği haftasonunda sokağa çıktım. Sırf insanları izlemek için. Bir avuç kadar, dediğim şehir merkezinin sağından girsem heykele, solundan girsem heykele çıkıyorum. İstediğin kadar uzaklaş, istediğin kadar kaybolmaya çalış, farklı bir sokak keşfiyle heyecanlan, malesef heykelin bulunduğu merkezdesin. Eh kurtuluş yok, oturup bir banka güneşin ısıtmasını istedim bedenimi.

Etrafımda oturan yüzler çoğunlukla yorgun, geçkin, torun torba sahibi olduğunu düşündüğüm hayatın demini içen insanlar. Yüz çizgileri hayatının her dönemecindeki acıları gösteren yaşlı kadınlar. Torunu etrafında zıplarken, iki büklüm olmuş belini doğrulturken çektiği acıyı gözlerinin durgunluğundan okuduğum teyzelerim. Sahi, anne babası nerde çocukların diye sorasım geliyor, cevabını bildiğim soruya ne gerek var ki. Elbetteki daha  “iyi” yaşamak maskesi altında daha çok tüketip, daha çok gösterişli alet, edevat ve çul çaputa sahip olmak için çalışmaktalar. Gün yirmidört saat değilde, beşyüz saat olsaydı, gene soluk almadan hayatı yaşamak yerine tüketmek için canımızı dişimize takıp, ailemizi, çocuklarımızı, sevgimizi birilerine emanet ederdik sanırım. Yüzündeki çizgiler ve bedenindeki acılarla hayatının son aşamasında olgunluğunun tadını çıkartması gerekirken, sırf kendi hırsımıza ortak ettiğimiz dedelerimiz, anneannelerimiz, babaannelerimiz üç kuşak sonra olmadığında ne yapacağız, diye düşünüp geleceği korkuturken, torun teyzenin elinde tutmuş “heykele gidelim babanne hadi daha  hızlı” diye cıvıldıyordu. Onlar kalktı, bende heykele çıkmayacağını temenni ettiğim bir yola saptım.

Seçimler yaklaşırken herşey mübahtır zihniyetiyle çevrilen dolap, döngü, kıvırma fasıllarının şak şakçılar tarafından TV lerde, gazetelerde ceyran etmesi miğdemi kaldırıyor. Hazır güneşi yakalamışken insan yüzü görme sevinciyle dolaşıyorum çarşıyı, heykelden kaçarak. Sokakta siyasetin kirliliğinden eser yok. Tepedekiler  başka alemde olsada, sokak  emek, umut, sağlık sıhat inanç eksenindeki başka alemde. Ucundan kıyısından gündemdeki gün kutlamalarına çekilen caddeler, nefes almadan çalış, sonrada nefessizlik sonucu kazandığını bencilce harca koşuşturmalarıyla eskiyip cürümekte.

Akıl erdiremediğim bunca teknoloji, lüks, rahatlık varken, hayatı doğaya endeksli yaşayan bir insanın yaşamdaki huzurunu ancak öldüğünde öğreniyorum. Victor Ananias’ dan bahsediyorum. Yoğun siyasetin cirit attığı meydada belki onun ölüm haberini okumuşsunuzdur. Ve ölümü sonrasında anlatılan yaşamına dair doğallığı. Yıldıray Oğur “bu toprağın en has evladına veda” başlıklı yazısında şunları yazıyor, “elektriği olmayan, suyun kuyudan çekildiği, yenilen herşeyin toprakta yetiştirildiği, bütün yemeklerin ocakta piştiği, çamaşırların küllü suyla yıkandığı bir evde yetiştirmişler Victor’u. Yoksulluktan değil, böyle olmasını tercih ettikleri için. Anne sütünden başka süt içirmiyorlar. Saçına şampuan sürmüyorlar. Hiçbir hayvanın etini kursağından geçirmiyorlar. Bir paket bisküvi, bir tane çikolata alınmamış bir çocuk. Tüm bunların yerine Türkçeyi ‘Yalıgavaklılardan öğrenmiş bir de toprağa buğday atılırken “kurda, kuşa, aşa” diye dua edildiğini, her rızkın ancak üçte birinin kendisine helal olduğunu... Saçlarını Antalya Korkuteli’nden getirdiği bir kil ile yıkadığı, yemeğini toprak tencerede pişirdiği, bulaşıkları için arapsabunu ve çam terebentinden bir karışımı kullandığı, keçe üzerinde saf pamuktan bir yorgana saralıp uyuduğu, tabii ki televizyonu olmayan evinden çıkıp annesini görmeye gittiği Fethiye’de 40 yaşında hayatını kaybetti Victor.”

Victor’un özüne kavuştuğu gün öğrendiğim hayatına imreniyorum. Yaradan’ın yarattığı güzellikleri, bize armağan olarak sunduğu ömrümüzü daha “iyi,lüks,rahat” yaşamak için harcıyoruz. Bunu yaparkende yok ettiğimiz varlıkları, canları umursamıyoruz. Caddede koşuşturan bedenlere bakıyorum, bende dahil robotlaşmış bedenler. Bize bahşedilen hayatı elbirliğiyle kirletme yarışında, rakiplerimize burun ucuyla fark atıp kazanacağımız madalyalar çoktan küflenmiş...

Victor, “Yaşamda varmak istediğim tek nokta her an Allah rızası için yaşayabilmek” demiş ona verilen nefesi tüketirken. Tükettiği her nefesi helaliyle solumuş bir derviş.

Dört yanı heykellerle donatılmış ülkede, kuşatılmış, dikte edilmiş zamanlarda yaşamaya zorlanan insanların koşuşturmacaları arasında, bu kadar doğal, samimi ilk günkü kadar temiz bir hayatın olabildiğini öğrenmek mutlu etti beni.

Topraktan geldin, toprakla yaşadın, toprağınla kucaklaştın.

Biz ellerimizle,  “iyi,rahat,lüks” kavramları uğruna kirlettiğimiz/kirletilen hayatla yol almaya devam edeceğiz.

Köşeyi döndüm. Heykel.

Yorum Yaz