tatlidede

Kur'an'ın Eleştirisi 3 - İlhan Arsel Kitap özeti, konusu ve incelemesi

Kur'an'ın Eleştirisi 3 kimin eseri? Kur'an'ın Eleştirisi 3 kitabının yazarı kimdir? Kur'an'ın Eleştirisi 3 konusu ve anafikri nedir? Kur'an'ın Eleştirisi 3 kitabı ne anlatıyor? Kur'an'ın Eleştirisi 3 PDF indirme linki var mı? Kur'an'ın Eleştirisi 3 kitabının yazarı İlhan Arsel kimdir? İşte Kur'an'ın Eleştirisi 3 kitabı özeti, sözleri, yorumları ve incelemesi...
  • 08.05.2022 04:00
Kur'an'ın Eleştirisi 3 - İlhan Arsel Kitap özeti, konusu ve incelemesi

Kitap Künyesi

Yazar: İlhan Arsel

Yayın Evi: Kaynak Yayınları

İSBN: 9789753433020

Sayfa Sayısı: 408

Kur'an'ın Eleştirisi 3 Ne Anlatıyor? Konusu, Ana Fikri, Özeti

Prof. Dr. İlhan Arsel bu kitabında bilimsellik açısından Kur'an'ı ele almaktadır.

"Semavi Dinlerin 'Kutsal' Bilinen Kitapları" altbaşlığıyla yayımlanan dizinin bu dördüncü kitabında ele alınan bazı konu başlıkları şunlardır: "Muhammed'in Günlük Siyaset ve Yaşam Gereksinimlerinin Kitabı Olarak Kur'an', "Elçi'lik İşinin Muhummad'e kazandırdıkları: 'İslamı Korku Salan, Zorlayan ve Cezalandıran Bir Güç Olarak Uygulama Siyaseti!", "Kur'an'da, 'Şu'ayb Peygamber'le ilgili Yanlışlar", "Kur'an'da, Göğün ve Yerin Yaratılışıyla İlgili Ayetlerdeki Uyumsuzluklar, 'Kıblenin Kudüs'e ya da Ka'be'ye Yönelik Olmasıyla İlgili Ayetler'", "Ay'ın 'Münir' (Nurlandıran) ve Güneş'e Üstün Olduğuna İnanmışlık Konusundaki Yanlışlar!", "Dünya Nimetlerini Bazen 'Kötü', Bazen de 'Cazip Şeylermiş Gibi Gösterme Siyasetinin Kur'an'daki Temeli!"

Yazar, "kutsal" bilinen kitaplarda anlatılagelen akıl ve bilim dışı olguları inceleyip tartışmakta ve eleştirilerini bu kaynaklara dayandırmaktadır.

Kur'an'ın Eleştirisi 3 Alıntıları - Sözleri

  • 1400 yıllık İslam tarihi boyunca tüm Müslüman ülkelerde aynı şiddet ve bağnazlıkla izlenmiştir. İslam şeriatını eleştirmeye kalkışanlar, hatta "şeriat çağımızda uygulanamaz" diye konuşanlar, bugün dahi "dini reddettiler", "dinden döndüler" diye ölüm fetvalarına muhatap kılınmakta ve öldürülmektedirler. Daha geçenlerde Teslime adındaki bir Pakistanlı aydın kadın yazar, şeriatın çağdaşlıkla bağdaşamaz hükümlerine kafa tuttu diye, neredeyse yakılacaktı. Mısır'da Necip Mahfuz gibi dünya çapında üne sahip aydın bir yazar, şeriatçılar tarafından bıçaklanmıştı. Verilecek örnekler pek çok.
  • İslam ülkeleri içinde Kur'an'a en fazla ve en sadık şekilde bağlı olanlar, en ziyade geri kalmış olanlardır. Bunun böyle olduğunu anlayabilmek için, günümüzde İslam şeriatının en yoğun ve özüne en sadık şekilde uygulandığı ülkelere örneğin Afganistan, Suudi Arabistan, İran, Pakistan, Sudan vs. gibi ülkelere şöyle bir göz atmak yeterlidir. Buna karşılık Kur'an'ı, yol gösterici rehber ve kaynak olmaktan çıkaran Atatürk Türkiyesi, yirmi otuz yıl gibi çok kısa bir sürede uygarlaşma sürecine girmiş ve tüm İslam ülkelerinin önüne geçmiştir.
  • "Bağnazlık" ve "hoşgörüsüzlük" ile "gerçek sevgi" bir arada yaşayamaz.
  • Muhammed, "peygamber"lik mesleğinin kendisine her hususta kazanç sağlayacağından emindi. Nitekim maddi ve manevi nimetlere erişmesi, insanları kendisine baş eğdirtmesi, Tanrısal bir iktidara sahip olarak onlara hükmetmesi, çete saldırıları ve savaşlar yoluyla ganimetler, araziler, köleler, cariyeler ve güzel kadınlar edinmesi, kin ve düşmanlık beslediği kişilerden intikam alabilmesi, hep bu meslek sayesinde mümkün olmuştur.
  • "Ey Peygamber!... seninle beraber hicreteden amcanın kızlarını, halalarının kızlarını,dayının kızlarını, teyzelerinin kızlarını, alınanı (sana) helal kılmışızdır..." (Ahzab Suresi, ayet 50).
  • Muhammed, sırf kendi günlük siyasetinin gereksinimlerine dayalı olarak içki (şarap) yasağını getirirken, içkinin kötü bir şey olduğu kanısını yaratmak istemiştir. Ne var ki, içkiden çok daha kötü birçok Arap geleneğini yasaklamayı düşünmemiş, aksine sürdürmüştür, ki bunlar arasında"kölelik", "müt'a evlilik" ya da "hülle" vb. gibi insan varlığının haysiyetiyle bağdaşmaz olanları vardır. Kur'an'a koyduğu hükümlerle köleliğin doğal bir kuruluş olduğunu bildirmiş (K.16 Nahl Suresi, ayet 75) ve ömrü boyunca köle edinmiş, ona buna köle hediye etmiş, hizmetinde köle çalıştırmış, hayır dua etmenin, köle azatlamaya denk olduğunu söylemiştir. "Müt'a evlilik" denen şey, erkeğin belli bir süre için ve belli bir ücret karşılığında kadın alması demektir ki, esas itibariyle erkek lehine iş gören bir kuruluştur. Savaş maksadıyla çıktığı seferlerde Muhammed, askerlerin kadınsız kaldıklarını ve şehvet gailesine kapıldıklarını ve bu nedenle gelip kendilerine dert yandiklarini görmekle onlara "müt'a" usulü ile kadın edinme olasılığını tanımıştır. Askerlerini hoşnut etmek suretiyle aslında kendi çıkarları doğrultusunda iş gördüğü kuşkusuzdur. Her ne kadar Muhammed'in ölümünden sonra bu usulün kaldırıldığı söylenirse de doğru değildir. Nitekim İran gibi ülkelerde bu kuruluş, bugün dahi resmi şekilde uygulanmaktadır. "Hülle" denen şey, insan haysiyetini zedelemek ve özellikle kadınları azaba sürüklemek bakımından son derece sakıncalı bir İslami gelenektir ki, erkeğin "üç talak" ile karısını boşandıktan sonra pişman olup onu geri almak istemesiyle ilgilidir. Böyle bir halde kadının kocasına dönebilmesi için, bir başka erkekle evlenmesi, onunla cinsi münasebette bulunması ve sonra ondan ayrılması gerekir. Başka bir deyimle kocasının hışmına uğrayıp onun tarafından "üç talakla" boş edilen bir kadın, muhtemelen bilmediği ve istemediği bir erkeğin koynuna girecek, onunla cinsi münasebette bulunacak ve sonra o erkek kendisini boşarsa eski kocasına dönebilecektir. Ve işte bu uygulamayı Muhammed, Tanrı'dan geldiğini söylediği hükümlerle geçerli kılmıştır.
  • Kendisini "Tanrı elçisi" olarak kabul ettirmek suretiyle Muhammed, sınırsız bir iktidara, maddi ve manevi çıkarlara sahip olma olasılığına kavuşmuştur. Her ne kadar"Peygamber"liğini ilan ettiği andan itibaren hiçbir maddi kazanç, hiçbir ücret peşinde koşmadığını, kişisel ve bencil duygulara kapılmadığını tekrarlamış ve kendisini, sadece Tanrı'nın buyruklarına bildirmekle görevli bir elçi, "ulvi" ve "kudsi" bir davaya terk etmiş kimse olarak tanıtmaya çalışmışsa da, bunu "mahviyyet" (alçakgönüllülük) duygusuyla değil, fakat sırf bu yoldan Arapların güvenini kazanacağını ve onları Tanrıya ve dolayısıyla kendisine kolaylıkla boyun eğdirtebileceğini düşündüğü için yapmıştır. Çünkü Tevrat'ı ve İncil'i bilenlerden öğrenmiştir ki, geçmişteki "peygamber"ler de hizmet karşılığında hiçbir ücret beklemediklerini söyleyerek işe başlamışlardır.
  • Çok kısa bir dönemi içine alan "İslam uygarlığı"ndan söz edilirse, bu uygarlık Kur'an'dan doğma bir şey değildir; Kur'an'ın kaynak olarak kabul edilmesiyle ortaya çıkmış değildir. "İslam uygarlığı" Eski Yunan'ın bilim kaynaklarının etkisiyle oluşmuş bir şeydir.
  • Muhammed İslâmiyet adını verdiği dinsel kuruluşu, bu tür bir siyaset üzerine bina etmiştir. Bu kuruluşun temeli, onun Kur'an şeklinde ya da Kur'an olmayarak yerleştirdiği hükümlerdir. Dostluklarına, düşmanlıklarına, kindarlıklarına, kıskançlıklarına, maddi ve manevi ya da şehevi ihtiyaçlarına varıncaya kadar akla gelebilecek ne varsa her şeyi "Tanrı'dan vahiy olundu" diyerek, yerleştirdiği bu hükümlerle sağlamıştır. Her ne kadar Tanrıyı konuşuyormuş gibi göstermekle beraber gerçekte konuşan bizzat kendisidir.
  • Kur'an'ın kimlere yönelik olarak gönderildiğine dair Kur'an'da çelişme var! Çünkü kimi ayetlere göre Kureyş kabilesine, kimi ayetlere göre Mekkelilere, kimi ayetlere göre Arap kavmine ve nihayet kimi ayetlere göre de bütün insanlara indirildiği yazılı! Nereden geliyor bu çelişme?
  • Ne kadar önemsiz ya da hatta ne kadar gereksiz olursa olsun, her işini Tanrı'dan indiğini söylediği vahiylerle yapmak kolayına gelmiştir. Üstelik de bu yoldan korku salarak dilediği sonuca erişmenin daha etkili olacağını düşünmüştür.
  • Muhammed, yirmi beş yaşındayken Hatice ile evlendiğinde, Hatice kırk yaşını aşkın dul bir kadındı. Hatice ile evlendiği tarihten Hatice'nin ölümüne kadar geçen yirmi ya da yirmi beş yıllık süre boyunca, başkaca hiçbir kadınla ilişki kurmamıştır; daha doğrusu kuramamıştır. Son derece güçlü bir kişiliğe sahip olan Hatice ona bu olasılığı vermemiştir. Fakat Hatice'nin ölümünden sonra az geçmeden, hemen hemen iki ay sonra, Ayşe ve Sevde ile nikahlanmıştır. Ayşe o tarihte henüz 6 yaşında bir çocuk olduğu için onunla gerdeğe girememiş, üç yıl beklemek zorunda kalmıştır. Kaynakların bildirilmesine göre Ayşe dokuz yaşına bastığı zaman oyuncaklarını toplayıp Muhammed'in evine taşınmış ve onunla cinsi münasebete başlamıştır. Sevde'ye gelince, o dul bir kadın olduğu için cinsel ilişki bakımından sorun söz konusu olmamıştır. Medine'ye hicret ettikten sonra Muhammed, karılarının sayılarını arttırma hevesine kapılmış ve bunu sağlayabilmek için Kur'an'a, sırf kendisine özgü olmak üzere ayet koymuş, böylece dörtten fazla kadın alma hakkına sahip olabilmiştir. Bu ayet sayesinde karılarının sayıları gittikçe arttırmaya başlamış, birbirinden güzel kadınlarla evlenmiş, ayrica da cariyeler edinmiştir. Yirmiden fazla kadını nikahına aldığı, ayni anda on bir kadınla evli bulunduğu olmuş ve ayrıca da cariyeler kullanmıştır. Ve işte onun bu kadar çok kadın edinmiş olması nedeniyle çevrede ileri geri konuşanlar olmuştur; kadına ve şehvete düşkün bir kimsenin gerçek bir peygamber sayılamayacağı öne sürülmüştür.
  • Köhne zihniyeti terk etmedikçe ve aklın vahye üstünlüğü düşüncesine yönelmedikçe, yani daha açıkçası akıl çağına erişmedikçe, bu ülkede ne hoşgörü ilkesi, ne insanlık sevgisi ve can güvenliği ve nihayet ne de uygarlığa geçiş diye bir şey söz konusu olamayacaktır.
  • "(Kadınlardan) yararlandığınıza mukabil kararlaştırılmış olan mehirlerini verin. (K. 4 Nisa suresi, ayet 24) Muhammed'in anlayışına göre evlilik denen şey erkeğin kadından "yararlandığı" ve bu yararlanma karşılığında ona belli bir miktar para (mal vs.) ödediği bir kuruluştur. Bu yararlanma, sadece kadının ev hizmetlerini görmesi bakımından değil fakat aynı zamanda erkeğin şehvet gailesini gidermek bakımından da söz konusudur.
  • Tanrı'yı konuşuyormuş gibi göstermekle beraber gerçekte konuşan bizzat kendisidir. Bundan dolayıdır ki, Kur'an dili, tıpkı Arapların konuştuğu türde bir dildir; Kur'an'daki Tanrı, tıpkı Araplar gibi, her söylediğini yeminlerle kanıtlamak ister; tıpkı Araplar gibi, her vesileyle hakir kılıcı laflar eder, örneğin kullarına "yabani eşekler", "susamış develer", "dilini sarkıtıp soluyan köpekler" ya da "alçak zorbalar" şeklinde sözler sarf eder; tıpkı Araplar gibi kin ve intikam besler, kıskançlıklarını belli eder ve kendisinden beklenmeyen tutum ve davranışları seçer!

Kur'an'ın Eleştirisi 3 İncelemesi - Şahsi Yorumlar

Aklı ve Mantığı Çöpe Atmaya Devam mı?: Ben kişisel olarak bir şeyi sevmiyorsam, beğenmiyorsam, doğru bulmuyorsam, beni ikna etmiyorsa, faydalı değilse, insanları mutlu etmiyorsa ona sırf korktuğum, tehdit edildiğim için inanmayı insanlık onuruna, şerefine, haysiyetine yakıştıramıyorum. Ben aklımla, vicdanımla, mantığımla, bilgi birikimimle islamı sorguladım, Kuranı inceledim, peygamberin hayatını inceledim islamın bu güne kadar hiç bir insanı hiç bir toplumu mutlu etmediğini gözlerimle gördüm. Artık bundan sonra ben sırf korktuğum için ya da aman yanmayayım diye nasıl inanabilirim ki? Bu benim insanlık onuruma ters. Beni bir din ikna edebilmeli. Edemiyor. Sırf bana tehdit savuruyor. İnanacaksın ulan diyor. İnanmazsan seni kebap yaparım yakarım diyor. Şimdi bu tehdit karşısında ben insanlık onuru gereği hayır diyorum. Sen eğer doğru bir şey olsan faydalı bir şey olsan beni tehdit etmezsin. Tehdit etmene gerek bile kalmaz. Ben zaten doğru ve faydalı ve de iyi bir şeyi kabul ederim. Allah arapların tanrısı. Türklere kılıç zoru ile kabul ettirilmiş bir tanrı. Eleştiri hakaret değildir. Eleştiriden rahatsız olup "sen hakaret ettin" demek boşunadır. Hakaret hakir görme yani aşağılamaktır. Bu kabul ettirilen fikirler kontrol edilmemiştir. Eleştirisi yapılmamıştır. Paket halinde kabul ettirilmiştir. İnançlı bu paket olarak kabul ettirildiği sistemin içeriğini bilmez. Ben ve benim gibi insanlar bu içeriği okurlar ve akla, mantığa, genel evrensel değerlere, insan haklarına aykırı şeyleri eleştirirler. Veya bilimsel, tarihsel, mantıksal hataları gösterip bu yanlıştır derler. Halk din ile uyutulur. Uyutulan halk kendisine din pompalayanları destekler. Destekledikçe o din pompalayanlar ülkede ne var ne yok hepsini kendisine ve etrafındakilere dağıtır. Yürü ya kulum der onlara. Halk sefalete batar. Battıkça tepedeki şahıs daha büyük camiler daha büyük mabetler yapar. Halk o mabetleri görünce tepedekine daha çok tapar. Taptıkça sefalete batar. Devletten aldığı üç beş kuruş yardımı yeterli görür. Tepedekine tapmaya devam eder. İşte bu kısır döngü. (Umut Ök)

Muhammed'in günlük siyaset ve yaşam gereksinimlerinin kitabı olarak Kuran: Kendisini Müslüman olarak tarif eden veya Gerçek İslam bu değil deyip, tatlı su Müslümanlığına devam eden sosyalist bozuntularının, ''Gerçek İslam'ı'' öğrenmesi için, İlhan Arsel'in Kuran'ın eleştirisi adlı kitaplarını okuması gerekiyor. İslam'ın ganimet için soygun zihniyeti olduğunu ve Muhammed'in günlük siyaset ve yaşam gereksinimleri sonucu, özel sekreteri gibi kullandığı Allah adlı bir tanrı oluşturduğunu bilmeleri gerekiyor. Bu konuda 6 yaşında nişanlanıp, 9 yaşında gerdeğe girdiği eşlerinden Ayşe şöyle diyor: (Görüyorum da senin Rabbin, yalnızca senin heva'nı (şeyi'nin keyfini) yerine getirmek için koşuyor) (caner akcan)

Kur'an'ın Eleştirisi 3 PDF indirme linki var mı?

İlhan Arsel - Kur'an'ın Eleştirisi 3 kitabı için internette en çok yapılan aramalardan birisi de Kur'an'ın Eleştirisi 3 PDF linkidir. İnternette ücretli olarak satılan çoğu kitabın PDFleri bulunmaktadır. Ancak bu PDF'leri yasal olmayan yollarla indirmek ve kullanmak hem yasalara hem de ahlaka aykırıdır. Yayın evlerinin sitesinden PDF satılıyorsa indirebilirsiniz.

Kitabın Yazarı İlhan Arsel Kimdir?

Sanayici ve iş adamı Nusret Arsel'in ağabeyi İlhan Arsel, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ni bitirdi. Cenevre Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde doktorasını yaptıktan sonra, doçent ve daha sonra profesör oldu. Otuz yıldan fazla bir süre boyunca üniversite öğretim üyeliğinde bulundu; Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde Anayasa Hukuku dersleri verdi. 27 Mayıs Darbesi'nin ardından yeni bir anayasa tasarısı hazırlamakla görevli on kişilik İstanbul Komisyonu'na ve daha sonra Kurucu Meclis Öntasarısı'nı oluşturan beş kişilik komisyona üye seçildi. 10 Haziran 1966 tarihinde Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay tarafından Cumhuriyet Senatosu'na Kontenjan Senatörü olarak seçilmiş ancak Meclise katılmadan istifa etmiştir. 1971 yılında merkezi New York'ta bulunan 'Inter-University Associate' kuruluşuna danışman ve araştırmacı olarak alındı ve bu kuruluşun kronolojik yorum esasına göre yayımladığı "Constitutions of the Countries of the World" (Dünya Ülkeleri Anayasaları) adlı 14 ciltlik yapıtın "Türkiye" ve "Belçika" bölümlerini (1971 yılı itibarıyla) hazırladı. 1975 yılında ders vermekte bulunduğu Ankara Polis Enstitüsü'nden istifa etti. 1977 yılında Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nden de istifa etti. Bu tarihten itibaren araştırma ve öğretim faaliyetlerine devam etti. Özellikle bu yıllardan itibaren ölümüne dek İslam'a ve İslam peygamberine yönelik eleştirel yaklaşımını sergilediği kitapları birtakım kesimlerin şiddetli tepkisine neden oldu. Can güvenliği açısından ABD'ye yerleşti. 7 Şubat 2010 Pazar günü, Florida'da (ABD) yaşamını yitirdi.

İlhan Arsel Kitapları - Eserleri

  • Şeriat ve Kadın
  • Şeriatçıyla Mücadelenin El Kitabı
  • Kur'an'ın Eleştirisi 1
  • Şeriat ve Kölelik
  • Müslümanlık Sınavı
  • Cahiliyye
  • Arap Milliyetçiliği ve Türkler
  • Aydın ve "Aydın"
  • Cehaletin İktidarı
  • Kur'an'ın Eleştirisi 2
  • Tevrat ve İncil'in Eleştirisi
  • Kur'an'ın Eleştirisi 3
  • Şeriat Devleti'nden Laik Cumhuriyet'e
  • Şeriat’tan Kıssa’lar (2 Cilt Birarada)
  • Din Adamları
  • Turan Dursun'a Mektuplar
  • Muhammed'e Göre ''Muhammed''
  • Şeriat ve Eşitsizlik
  • Biz Profesörler
  • Şeriat İnsan ve Akıl
  • Şeriat ve Aydınlanma
  • İslam'a Göre Diğer Dinler
  • Şeriatın Getirdiği Hoşgörüsüzlük
  • Şeriat'tan Kıssa'lar
  • Kur'an'daki Tanrı
  • Kur'an'daki Kitaplılar
  • Anayasa Hukukunun Umumî Esasları - 1

İlhan Arsel Alıntıları - Sözleri

  • ''Tavaf'' etmek, kutsal sayılan bir şeyin (bir taş, bir mihrap, vs.gibi) etrafında koşarak ya da yürüyerek dönmek, dönerken de onu öpmek ya da ellemek demektir. Bu geleneğin kökeninin, İsrailoğulları'nın eski yaşamlarına indiği ve ayrıca İran, Hindistan vs. gibi yerlerde de görüldüğü bir gerçektir. Eskiden araplar, ''İbrahim'in dininin bir uygulamasıdır'' diyerek, Kâbe'deki ''al-Hacar al-Asvad'' denilen kara bir taşı tavaf ederlerdi. (Cahiliyye)
  • Siz hiç Tanrı'nın, "Ben dilediğimi Müslüman yaparım, dilediğimi kafir (ya da müşrik) kılarım; Müslüman yaptıklarımı Cennet'e alırım, kafir yaptıklarımı Cehennem'de yakarım" diyebileceğini düşünebilir misiniz? Elbette ki düşünemezsiniz, çünkü bu sözler akla ters düşen, birbirleriyle çelişkili sözlerdir. Tanrı insanı hem "kafir" yapsın ve hem de onu "kafirdir" diye cehenneme atsın! Olacak şey midir bu? Ve yine siz hiç Tanrı'nın "...Allah isteseydi puta tapmazlardı (müşrik olmazlardı)..." (En'am Suresi, ayet 106-107) diyerek insanlardan bir kısmını "müşrik" kıldığını bildirdikden sonra, müşrikler nerde görürseniz öldürün!" Diye emredebileceğini düşünebilir misiniz? Elbette ki düşünemezsiniz, çünkü bir kere aklınız size, inanç farkı nedeniyle insanların birbirilerini öldürmelerinin kebul edilemeyeceğini söyler. Öte yandan Tanrı'nın kişileri "müşrik" yaratıp, "müşriktiler" diye öldürtmesini akla ve nantığa ve Tanrı'nın "yüceliği" fikirine yatkın bulmazsınız. Ne var ki, şeriat eğtiminden geçmiş kişiler bakımından durum farklı! Çünkü onlar, bu tür buyrukları Tanrı'dan gelmiş olarak belletmişlerdir ve Tanrı'nın sözlerininde akla ve mantığa aykırılık ve çelişme diye bir şey olmayacağına inanmışlardır. Örneğin Kur'an'da şöyle yazılıdır: "Allah kimi doğru yola iletmek isterse onun kalbini İslam'a açar, kimi de saptırmak isterse... Kalbini iyice daraltır (kafir yapar) ... " (En'am Suresi, ayet 125) Yine Kur'an'da şöyle buyruklar var: "Müşrikleri nerede bulursanız öldürün." ( Tevbe Suresi, ayet 5) Şimdi tekrar soralım: Hiç Tanrı, insanı "kafir" (müşrik) yapar ve yaptıktan sonra "müşriktir" diye öldürülmesini ister mi? Yine aynı şekilde siz hiç Tanrı'nın "Ben Kur'an'ı, anlaşılsın diye apaçık bir kitap olarak indirdim" dedikten sonra, bu söylediklerini unutmuşcasına, "Kur'an'ı anlamasınlar diye onların kalplerini, kulaklarını tıkadım" diyebileceğini kabul edebilir misiniz? Elbette ki edemezsiniz, çünkü böyle bir davranışı, her şeyden önce ye akılcı düşünce ile ve sonra da "yüce" ve "adil" olarak kabul ettiğiniz Tanrı'ya yakıştıramaz, Tanrı fikriyle bağdaştıramazsınız. Oysa şeriat eğitimiyle yetiştirilen kimselere "vahiy" dir diye belletilen veriler arasında, Kur'an'ın, Tanrı tarafından "apaçık bir kitap" olmak üzere indirildiğini belirleyen hükümler yanında, yine Tanrı tarafından anlaşılmasının önlediğini bildiren hükümler vardır. Örneğin kur'an'da Tanrı'nın, "Biz, apaçık ayetler indirmişizdir; bunları inkâr edene alçaltıcı azap vardır" (Mücadele Suresi, ayet 5) Ankebut suresi'nde de benzeri şu ayet var "kur'an... ayetlerdir. Ayetlerimizi zalimlerden başka kimse inkar etmez" (Ankebut Suresi, ayet 49) ya da"... Onu akıl edesiniz (anlayasınız) diye Arapça olarak Kur'an da indirdik" (Yusuf suresi, ayet 2); "Bunları apaçık kitap ayetleridir" (Şuara Suresi, ayet 2) şeklinde konuştuğu ve üstelik de Araplardan hiç kimsenin "ben bunları anlamadım, bu nedenle ona uyumadım" diyememesi için Kur'an'ı "Arapça olarak" ve hem de çeşitli lehçelerde olmak üzere indirdiğini açıkladığı yazılıdır. (Ta-Ha Suresi, ayet 113; Meryem Suresi, ayet 97 vs.) "İşte kur'an'ı, Arapça okumak üzere indirdik, onda tehditleri türlü türlü açıkladı ki belki sakınırlar..." (Ta-Ha Suresi, ayet 113); "Ey Muhammed. Biz Kur'an'ı inatçı milleti uyarman için senin dilinde indirerek kolaylaştırdık" (Meryem Suresi, ayet 97); Hz.Muhammed'in söylemesine göre Kur'an, çeşitli değişik konuşan Arap kabileleri anlayabilirsin diye, onların lehçesiyle (yedi lehçede) inmiştir. (Kaynak: Bkz sahih-i Buhari Muhtasarı Tecrid-i Serih Tercemesi,c.11 s.229-230,:Hadis No:1766.) Ne var ki, yine bu aynı Kur'an'da Tanrı, Kur'an'ın bazı kişiler tarafından anlaşılmasını istemediği bildirir ve örneğin şöyle der: "Kur'an'ı anlarlar diye kalplerine örtüler, kulaklarına da ağırlık koyduk."(En'am Suresi, ayet 25) Derken de bu düşüncesini şu şekildeki hükümlerle pekiştirir: "Allah kimi dilerse onu saptırır, kimi dilerse onu doğru yola sokar." ( En'am Suresi, ayet 35, 39, 125) Bununla da yetinmez, birde Kuran'ı anlamasınlar diye kalplerine örtüler ve kulaklarına ağırlık koyduğu kimseleri, suçluluk onlara aitmiş gibi, cehennemlik Sayar ve şöyle der: "Ayetlerimizi yalanlayanlar karanlıkta kalmış sağır ve dilsizlerdir... Zalimlerdir." (En'am Suresi, ayet 27,39) Ayrıca da şöyle ekler: "Allah'ın saptırdığı kimsenin çıkar yolu olmaz." (Şura Suresi ayet 46) Görünüyor ki Muhammed'in Tanrısı, bazı kişilerin Kur'an'ı okuyup anlamalarını önlemek için onların kalplerine örtüler ve kulaklarına da ağırlık koyar ve öylece onları saptırıyor ve sonra da bu saptırdığı kimseleri "karanlıkta kalmış, sağır ve dilsiz zalimler" olarak damgalıyor ve cehennemlik sayıyor. Bütün bunlar, şeriat eğitimi ile yetişmiş kişiler için "doğal" ve "kutsal" nitelikle şeylerdir. Fakat akılcı eğitimden geçmiş kimseler için durum farklıdır; onlar "yüce" ve "adil" olduğu söylenen bir Tanrı'dan öyle ayetlerin gelmeyeceğini düşünürler. Yine bunun gibi, siz hiç Tanrı'nın, insanları daha ana karnındayken şekillendirdiğini ve karakterlerini çizdiğini, "doğru yola soktuğunu" ya da "saptırdığını" söyledikten sonra (Şura suresi, ayet 24-31) bu söylediğini unutup " başınıza gelen herhangi bir müsibet ellerinizle işlediklerinizden ötürüdür..." Diyerek onları sorumlu tutabileceğini kabul edebilir misiniz? Elbette ki edemezsiniz, çünkü bu çelişkili sözleri, akılcı düşünceye ve Tanrı'nın kutsallığı fikrine yatkın bulamazsınız. Ne var ki, şeriat eğitiminden geçmiş kimseler, bütün bu verileri rahatlıkla benimserler; bu hükümler de akıl dışılık ya da çelişki göremezler. Peki çoğu "Çelişme bizim düşüncelerimizdedir, Tanrı'ya göre çelişme yoktur" deyip işin içinden kolaylıkla sayılırlar. Bu tür örnekler pek çok. Sadece şunu tekrarlayalım ki, İslam şeriatı akılcı düşünceye olasılık tanımaz; her şeyi akıl dışı, çoğu kez akla ters verilerle belletir. Belletirken de şimdi düşünme gücünü körletir; daha doğrusu, insan beyninin akılcılığa ters düşen, ya da akla meydan okuyan verilerle körletir. (Şeriat İnsan ve Akıl)
  • İslamın 1400 yıllık tarihi incelendikçe göze çarpan şudur ki, uygarlık ya da her türlü gelişme ancak İslami etkiden uzak kalınabildiği dönemlerde kendisini göstermiş ve İslam'a saplanıldığı an gerileme belirmiştir. İslam dünyasının 8. yüzyılın ortalarında uygarlık gelişmesine yönelebilmesi İslam'a sırt çevirebilen halifeler sayesinde olmuştur. 200 yıl kadar süren bu uygarlık İslamın özünü geçerli kılmaya hevesli çevrelerin ve bu çevreleri destekleyen halifelerin iktidara gelmeleriyle son bulmuştur. 19. yüzyılın başlarına kadar İslam ülkeleri, İslamın özüne saplı olarak gerilikler ve ilkellikler içerisinde yaşamışlardır. Batının akıl çağı sayesinde şahlanması sonucu yarattığı uygarlığın tokadını yiye yiye İslam ülkelerinden bazıları, örneğin Mısır, Türkiye vs. Batıya yönelme çabalarına sarılmışlar, fakat kendilerini şeriat hastalığından kurtaramadıkları için sağlıklı bir aşama yoluna sapamamışlardır. Sadece Türkiye, Atatürk sayesinde laiklik esasını benimseyen olmuş, şeriatı arka plana atabilmiş ve bu sayede 20-30 yıl gibi çok kısa bir zaman içerisinde İslam ülkelerinin en modern, en demokratik, en uygar bir ülkesi olabilmiştir. Ne hazindir ki, böylesine parlak bir başarıya erişen bu ülke dahi, Atatürk'ün ölümünden sonra tekrar şeriat bataklığına yönelmiş ve yeniden gerileme dönemine girmiştir... (Arap Milliyetçiliği ve Türkler)
  • Kur’an, her şeyden önce Muhammed’in günlük siyasetinin ve gereksinimlerinin ürünü niteliğini taşıyan bir kitaptır. (Kur'an'ın Eleştirisi 1)
  • Mekke döneminde indiği söylenen sureler ki ilk inen surelerdir,Kur’an’ın en sonlarında yer almıştır: Örneğin, 101. sure olan Karia Suresi’nden 112. sure olan İhlas Suresi’ne kadar olan 11 sure, hepsi de ilk Mekke dönemine ait olmalarına rağmen, Kur’an’ın en sonuna yerleştirilmişlerdir. (Kur'an'ın Eleştirisi 2)
  • Dünyaya uygarlık getirenler ve kentleri inşa edenler, hep bu eski putperestliğin ünlü mensupları ve yöneticileri değil midir? İnsan ruhunu ve beynini geliştirenler ve insan sağlığı için yararlı her ilmî. var edenler ve toplum yaşamlarını en iyi şekilde düzenlemek üzere idari ve siyasi kuruluşları getirenler, Eski Roma ve Yunanın hep bu putperestleri değil midir? Eğer putperestlik olmamış olsaydı, yeryüzü bomboş bir çöl olur ve ilkelliğe ve sefalete gömülmüş olarak kalırdı. (Şeriat İnsan ve Akıl)
  • "Gece bastı kara kaplı kitab oldu hâkim, Anırırken tepişen bunca eşek hep âlim! Hepsi de kendisinin gittiği yol doğru sanır..." Türk toplumunun Atatürk sayesinde şeriat bataklığından çıkmış olmasından duyduğu sevinci belirtirken artık bir daha geriye dönülmemesi hususundaki dileğini de şeriatın yalanlar ve kandırmalarla dolu içyüzünü ortaya vurmak için şöyle konuşur: "Gitme maziye çıkan izbe o kanlı yoldan, Bil, muhabbetle seni karşılayan şeytandır, Aldatır lafz-ı uhuvvetle (kandırıcı sözlerle), tekin ol, kanma; Müslümanlıkta nifak (ikiyüzlülük) an'ane-i imandır (geleneksel imandır)." (Aydın ve "Aydın")
  • Kısır kadını "hayırsız" saymak ve kocasız bırakmak, en hafif deyimiyle gaddarlıktan başka bir şey değildir ve böyle bir gaddarlığı yüce ve adil bir Tanrı'ya izafe etmek mümkün değildir. (Şeriat ve Kadın)
  • "Arapları üç nedenle seviniz: çünkü ben bir Arap'ım; Çün­kü Kur'an Arapça'dır; çünkü Cennet sakinleri Arapça ko­nuşurlar." "Arapları sevmek iman ( sahibi olmak) demektir; onlardan nefret etmek imansızlık demektir; kim ki Arap'ları sever, beni seviyor demektir; kim ki Araplardan nefret eder, ben­den nefret ediyor demektir" "Arapları seviniz ve onların bekasını dileyiniz; çünkü onların varlığı Islamın ışık saçabilmesi için şart'tır; yokluğu ise lslamın zulmet'e boğulmasıdır" "Arapları yermek (eleştirmek), putperestliktir."[6] [Buhari'nin Sahih'i ya da al-Muttaki'l-Hindi'nin Kanz al-Um­mal fi sunan al-akval ya da Acluni'nin Keşfu'l-Hafa'sı ya da Ra­zi'nin e't-Tefsüru'I-Kebir gibi kaynaklara bkz.] (Şeriat ve Eşitsizlik)
  • “Fikir özgürlüğü” denen şey akılcı düşünce yoluyla oluşan bir şeydir ki, akla ters düşen konuları reddetmek anlamına gelir. Daha başka bir deyimle, aklın vahye üstünlüğü demektir. (Kur'an'ın Eleştirisi 2)
  • Şeriat Eğitiminden Geçmiş Arap ve Türk, Türk Düşmanlığında Birleşir Şeriat eğitiminden geçmiş Arap milliyetçisi gibi Türkün şeriatçısının da ölçüleri, ahlak ve erdem anlayışı, İslam öncesi Türkün değer ölçülerini ve erdemlerini takdir edecek düzeyde değildir ve olamaz. Onun ölçüleri, İslam öncesi Türkün gerçek yönlerini (örneğin, akılcılığını ve kadına verdiği değeri) ortaya koyan eserlerle değil, Türkü "kâfir", "dinsiz", "yolundan çıkmış" vb. görmeye alışmış Müslüman düşünür ve yazarların yapıtlarıyla, kıstaslarıyla oluşmaktadır. Çünkü onun elinin altında, bütün yüzyıllar boyunca İslamın yetiştirdiği en ünlü kişilerin, örneğin Câhiz'lerin, Tevhidî'lerin, Mes'ûdî'lerin, Balhî'lerin, İstâhrî'lerin. Birûnî'lerin, İdrisflerin, Hamavî'lerin, Gazali'lerin, Marvazî'lerin, Cüveynî'leıin ve saymakla bitmeyecek kadar çok benzerlerinin yapıtları ve onların Türk düşmanlığını körükleyici çabalan vardır. Kafasını ve ruhunu bunlarla doyurmaktadır.81(...) Söylemeye gerek yoktur ki, bu ruhla yetişen Arap milliyetçisi (ve tabii bizim şeriatçımız) İslamın daha ilk dönemlerine rastlayan Arap fetihlerini ve bu fetihler sırasında Arabın giriştiği yağma ve talanı, din adına yapılıyor diye yerinde ve haklı, buna karşılık Türkün savunmalarını kötü gözle görecektir. Arap ordularının Türklere karşı saldırılarını, Türklerden esir almalarını, Türk ülkelerine karşı yağmalarını, "Tanrı böyle emretmiştir" diyerekten mazur ve meşru görecek, fakat Türkün karşı koymalarını yerecek ve böyle davrandı diye bir de kendi atalarını, yukarıda belirttiğimiz gibi, Belâzurî'lerin ya da Birünî'lerin ve diğerlerinin ağzıyla "kâfir", "dinsiz", "yoldan çıkmış", "imansız" vs. deyimleriyle yerden yere vuracak ve lanetleyecektir. Yine bunun gibi bizim Arap ruhlu şeriatçımız (tıpkı Arap milliyetçisi gibi) Tebriz ve Nişabur kentlerinin Türkler tarafından geri alınmasını "barbarlık" ve "vahşet" gibi şeyler olarak göstermeye çalışan Arap yazarlarla birlikte hayıflanacak ve yine kendi ecdadına sövüp sayacaktır. Başka bir deyimle, Türk kentlerinin Arap orduları tarafından fethedilmesini, yakılıp yıkılmasını ve talan olunmasını, Türk yavrularının ve kadınlarının esir alınmasını "Bunlar İslam seferleridir" diyerek alkışlayacak, buna karşın Tebriz kentinin Türkler tarafından ele geçirilmesine Zînet el-Mecalıs kitabının ünlü yazarı Niizhet ile birlikte ağlayacak ve kendi ecdadına, vaktiyle Arap saldırılarına karşı koymuş olmaları nedeniyle kızacak, Türkün savunma niteliğindeki saldırılarını, Arap şairlerle bir olup "vahşet" deyimiyle yerecektir.82 Ya da Horasan'ın Türklerden geri alınmasını alkışlayacak ve muhtemelen Türklerin İslam ordularına yenilmesini Rebî bin Emir'in ağzından zevkle dinleyecek ve Arap ordularının za- ferlerini Esad bin Musammâs gibi şairlerin mısralarında, onların ağzıyla ifade edecöktir. Hatırlatalım ki, Yakut bu olaylar vesilesiyle şöyle devam eder: "Fetih, Hicret'in 18. yılında vuku buldu. Bu konuda Rebibin Emir şöyle dedi: 'Tüm ülkeyi ele geçirinceye dek kentleri birbiri ardına zabt ederek düşmanı (Türkleri) püskürttük. Mutludur o gözler ki, bizim gibi civanmerd savaşçıların, Türkistanlı ve Kâbul'lu atlıları dağıttıklarım gördü.'"83 Ve işte bizim insanımız Yakut'un ağzından Horasan'daki Nişabur kentinin yağma ve harap edilmesini ve Türklerin yenilmesini ibretle öğrenecektir. Tekrarlamakta yarar vardır ki, bütün bu Arap saldırıları ve yağma ve talanları dini yaymak için değil, din adına varlık sağlamak uğrunadır. Daha sonraları, Hicret'in 111. yılında Ciineyd b. Abdurrahman el- Murrî'nin Beykend yakınlarında Türklere karşı kazandığı ilk zaferini ve Türk hakanının oğlunu esir alışını ezberlemekle zevk duyacak84 ya da Esed b. Abdullah'ın Hicret'in 118. yılında Türkleri feci bir mağlubiyete uğratması olayını ezberleyecektir. Arap milliyetçisi, tıpkı bizim şeriatçımız gibi, sadece Arabın askeri başarılarını ve Ttirke karşı za- ferlerini değil, aynı zamanda dalıa o zamanlar Türke karşı Arap nef- retlerini ve lanetlemelerini okuyacak ve eğittiği insanları da bu duygularla yoğuracaktır. Al-Belâzurî'den okuyoruz ki, Arabın daha o dönemlerde yaptığı şey, Türke beddua etmektir; halka vaiz verenlerin ağzından "Ey Tanrım, (Türklere) ait ne varsa her şeyi yok et, onların güçlerini çökert, üzerlerine felaket yağdır" sözleri eksik olmazdı ve bu sözleri dinleyen ce- maate, "hayır temenni et ki Tanrı onların ayaklarının altına buzlar yerleştirsin ve buz üzerine kayıp düşsünler" şeklinde dua ederlerdi.85 Buna karşılık Muaviye döneminde Sind in fethine gönderilen Ab- dullah b. Sevvâr el-Abdî'ııin Türklere karşı giriştiği saldırılar sırasında Türkler tarafından yenilmesi ve bu nedenle azledilmesi olay- larına Türk çocuğu, şeriat eğitiminden geçirilmesi sırasında, iyi bir Müslüman olarak hayıflanacak ve Arap şairlerin bu olaylar ve- silesiyle Arabi yücelten, fakat Türkü küçülten şiirlerini terennüm ede- rek yetişecektir. İşte böylece Arap milliyetçisi ve onunla birlikte şeriat eğitiminden geçen Türk yavrusu, İslamın ve Arabın bu tek yanlı tarih olayları ve öyküleriyle beslenecek, pek tabii olarak Türke (ve Türk de kendi öz ırkına ve ecdadına) karşı düşmanlık, husumet duyguları ve havası içerisinde yoğrulacaktır. İşte bu suretle Arap milliyetçisi, İslamı ve İslam tarihini kendisine araç sayarak Türk aleyhtarlığı öğesini kendi amacına uygun şekilde işleyecek ve öte yandan Türk yavrusu da şeriatçının "Benim Türklüğüm Müslümanlıkla başlar, ben Türk olmadan önce Müslümanım" uydurmalarına kurban edilecektir, bilmeyecektir ki, Arap milliyetçisi, Türk aleyhtarlığını kendi ulusal birliği için sömürmüştür, sömürmektedir ve bu sömürme yanında, Araplığını İslamın üzerinde görebilmekte ve şeriata yeğ tutabilmekte, her halükârda kendi İslam öncesi yaşantıları ve tarihiyle övünebilmektedir. (Arap Milliyetçiliği ve Türkler)
  • Tanrı, okumasız olarak tanımladığı Muhammed’e, “Oku” diye hitap etmektedir! Bütün bunlar, söz konusu sure ve ayetlerde sadece tutarsızlık ve uyumsuzluk değil, aynı zamanda Tanrı fikrini zedeleyici hususlar olduğunu ortaya koymaktadır. (Kur'an'ın Eleştirisi 2)
  • Her ne kadar Osmanlı devleti 1908 Anayasa’sı (1293 Kanun-u Esâsî) ile köleliği saf dışı kılmış olmakla beraber, bu kuruluşun gerçek anlamda ortadan kalkması ve Türk topraklarından silinip atılması Atatürk’ün yarattığı Türkiye Cumhuriyeti sayesinde olmuştur. (Şeriat ve Kölelik)
  • "Sizden birinizin içeceği (ve yiyeceği) içine sinek düştüğü zaman,o kişi onun her tarafını batırsın,sonra çıkarsın(atsın). Çünkü sineğin iki kanadından birinde hastalık,diğerinde de şifa vardır..." (Müslümanlık Sınavı)
  • "Ben Ademoğulları soylarının en temizinden naklonuldum. Nihayet şu içinde bulunduğum (Haşimi) camia(sından) ne­şet ettim" demiştir" [Ebu Hüreyre'nin rivayeti olan bu hadis için bkz. Sahih-i Buhari Muhtasarı... , c.IX, s.272, hadis no. 1454; ve c.X, s.42]. (Şeriat ve Eşitsizlik)
  • Yık dedim, yık, kanlı kürsiden hayır yoktur sana, Ba'dema meydan bırakma bunları tekrara Türk! Kendi mülkünde garibâne dilendin din için, Tıpkı beygirler gibi döndürdü şeyh âyin için Sırtta heybe, cerre çıktın gafleti telkıyn için, Pek fedakarane yandın bir Kureyşi kin için, Çal da söylet bunları sazındaki efkara Türk! Gönlünü dini tufeyliden temizle gün gibi, Aşka iman et de durma vuslata küskün gibi, Çektiğin âlâm-ı eyyamı unutma dün gibi, Aç gözün, çıldırma bir Leylâ için Mecnun gibi, Bir marazdır bu; de geç, âşıktaki efkâra Türk! Neyzen Tevfik ''Türk'e ikinci öğüt'' (Şeriat’tan Kıssa’lar (2 Cilt Birarada))
  • Türkiye gibi Atatürk sayesinde bu baskılardan ve dinsel bağnazlıktan kendisinin kurtarmış bir ülkede bile, bugün şeriatçıların şahlanması nedeniyle, bu Türk dışılıkla dönüş başlamıştır. Türkiye gibi laikliğe yönelememiş diğer Müslüman ülkelerde ise, bu uygulama, geçmiş yüzyılları hiç de aratmayacak şekilde sürüp gitmektedir. Hemen belirtelim ki, bu uygulamanın, söylendiği gibi ekonomik yoksulluklarla ya da geriliklerle ilgisi yoktur; sadece şeriata saplanmışlıkla ilgisi vardır. Hangi ülkede şeriat dini esas özüne en uygun şekliyle uygulanmaktadır, o ülkede kadın en insafsız "kapatılmalara" mahkum demektir. (Şeriat ve Kadın)
  • Milletçe saplandığımız kısırdöngüden, yani yüzlerce yıl süren medrese eğitiminin nasırlaştırdığı ''akılsızlık'' tan, ''hazırcılık'' tan ve ''taklitçilik'' den sıyrılmayı biz, ilk kez Atatürk'le onun getirdiği akılcı eğitimle öğrenir olmuşuzdur. (Cehaletin İktidarı)
  • "...Yalniz Allah'in dini (Islâmiyet) kalana kadar onlarla savasin..." (Kur'ân: 2 Bakara 193) (İslam'a Göre Diğer Dinler)
  • 1400 yıllık tarih içerisinde hü­kümdarların insan haklarına ve insan şahsiyetinin haysiyetine aykırı davranışları din adamı'nın tepkisine hiç bir zaman yol açmamıştir. Ak­sine din adamı iktidarın en mutlak ve en müstebid bir şekilde uygulan­ masına yardımcı olmuş, insanlarımızı da bu uygulamalara boyun eğ­dirtmiştir. Bu sayede aynı zamanda kendi saltanatının devamını da sağlamıştır . (Din Adamları)

Yorum Yaz