tatlidede

Nusaybin Cinleri ve Gırnavaz

Nusaybin Cinleri ve Gırnavaz

       İsimlerini anmak bile birçoğumuza ürperti verir. Öyle uluorta söylemekten sakınırız da üç harfliler der, konuyu çarçabuk kapatmaya yelteniriz. Neme lazım, iyi saatte olsunlar. Neden mi? Çarpılmaktan, tasalluttan korktuğumuzdan belki.

       Sayıca bizden hep fazla oldular. Biz insanlardan fersâh fersâh zaman önce yaratıldılar. Çok uzun ömürlüler, yüzlerce yıl yaşarlar. Bazen insan, bazen yılan, bazen de siyah bir kedi veya köpek şekline büründükleri söylenir. Kan, irin ve hayvan pisliği kokusunu o kadar severler ki kendilerinden geçerler. Sigara dumanı favorileridir, diyenler var. Mezarlıklar, harabe, ıssız izbe ve pis yerleri mekân tutarlar. Öz bakımını ihmal eden insanların kokusuna konarlar. Evlerde banyo ve tuvalet gibi pislik akıtılan yerleri mesken tutarlar.

       Biz onları görmeyiz, ancak onlar bizi görür. İsimleri bu yüzden cin’dir zaten. Çünkü cin kelimesinin lugat anlamı “örtülü ve gizli olandemek. Bunun karşıtı da biziz, yani ins(an). Görünmezlik bizlerle onlar arasındaki en görünür fark. Arapçanın azizliğine bakın ki bir görünmezliği, gizliliği işaret eden cünûn, cenîn, cinnet, cennet gibi pek çok kelime veya kavram, cin kelimesiyle ortak kökten. Atamız Adem’le secde krizinin tarafı İblis, her birimizin muhayyilesinde farklı korkunçlukta tasvir edilen ifrit, uykumuzun en tatlı yerine çöken karabasan, çocukluk masallarımızdan hatırladığımız kötü karakter pir’ebok, Farsçadan aldığımız peri ve dev hep bu cin taifesine verilen isimlerden. Bu arada, periler için, dişi cindir, diyenler de var.

       Yaradan, kainatta üç tür mahluk halk etmiş: Melek, insan ve cin. Her birinin hammaddesi farklı birbirinden. Melek, nur kısmından, insan toprak hamurundan, cinler ise nâr cinsinden, tıpkı İblis gibi. Kitâb-ı Kerim’in haber verdiğine göre yalın, dumansız ve şiddetli bir ateştir mayası cin taifesinin. Bizim gibi doğarlar, yaşarlar ve onların da canını Azrail alır. Evlenip çoluk çocuğa da karışırlar. Erkeği ve dişisi var, yiyip içerler bizim gibi. Bize nazaran çok güçlüler ve aşırı hızlı hareket etme özelliğine sahipler. Bundan dolayıdır ki Hz. Süleyman’a cinlerden oluşan güçlü bir ordu verilmiş.

       Tıpkı bizim gibi Cennete veya Cehenneme girecekler. Bir ruhları olduğu için şuur sahibidirler. Bir şuurları olduğu için de iyinin ve kötünün ayırdındalar. Bu da hesaba çekilecekleri anlamına gelir. Cin de olsa hesap gününden kaytarmak yok. Tabi buna bağlı olarak ademoğlu gibi mümin ve kafir olanı, iyi ve kötü olanı var bunların. Kötü olanları, insana cevr eder, baştan çıkarır. İyi olanları insana dost ve yardımcıdır.

       Cin taifesinin daha çok kötülüğe meyilli oldukları var sayılır. İnsanları kendilerine tâbi kılma, insanları baştan çıkarabilme özellikleri var. Bunu, insanların vücutlarına nüfuz ederek onlara vesvese verme yoluyla gerçekleştirirler. Hani uzak dursun da, iyisiyle mi yoksa kötüsüyle mi muhatap olacağımız biraz da bizim ne olduğumuzla alakalı. 

       Kuran’ın indiği Cahiliye ortamında cinlerin her şeyi bildiği, gelecekten haber verebildiklerine inanılırdı. Oysa Allah, kendi tekelinde olan gayb ilmini asla ve asla başkaları tarafından bilinemeyeceğini kesin olarak belirtmiştir.

***

       Nübüvvetin onuncu yılı olan 620 yılıydı. Hz. Peygamber, en büyük koruyucusu amcası Ebu Talib ile saadet kaynağı ve göz nuru eşi Hatice’yi peş peşe yitirir. O yüzden Hüzün Yılı’ydı bu zamanlar. Üstelik müşrikler türlü ezâ ve cefâlarla akıl almaz eziyetlerde bulunuyorlardı. İslam daveti pek neşv ü nemâ bulmuyordu Mekke’de.

       Bir çıkış yolu bulmak, Mekke’de bulamadığı desteği sağlamak için tebliği Taif’e taşıyacaktı. O sıralar Taif, Mekke’yle her anlamda ciddi bir rekabet içindeydi. Taiflilerin davete olumlu cevap vermesi, İslam tebliği açısından yeni bir soluk olacaktı. Fakat Taifliler bu daveti hakaret olarak görecek, küçümseyeceklerdi. Bununla da yetinmeyecekler, şehrin dışına kadar ona hakaretler edecek, gözleri dönmüşçesine çocuklara ve kölelere taşlatacaklardı. Ayakları yara bere içinde kana bulanacak, sadık sahabesi Zeyd’in gövdesini siper etmesi de fayda sağlamayacaktı. Güç bela kendisini bir bağa atar. Bir müddet soluklanarak mecal bulur, yaralarını sarar. Tam bu sırada Cebrail görünür gönlü kırık Peygamber’e. Allah’ın mesajını getirmiştir. Mesaj çok nettir: Eğer dilerse Taif, içindekilerle beraber, iki dağ arasında pestil gibi sıkıştırılacak, zir u zeber edilecektir. Fakat âlemlere rahmet olarak gönderilmiş bir peygamber olarak, bunun olmasına asla rıza göstermeyecek, iman etmedikleri için Taif ahalisine üzülmekle yetinecekti.

       O sırada bağın kölesi Addas, yaralanmış ve gönlü keder içinde kırılmış Peygamber’e bir tabak üzüm getirir. Üzümlerden yerken aralarında geçen kısa sohbetin ardından Addas, Müslüman olur. Bu meşakkatli Taif yolculuğunun sonucunda bir kişi de olsa davete icabet etmişti. Ama daha da önemlisi, kulunu hiçbir surette darda koymayan Allah, elçisinin yolculuğunun gerçek meyvesini başka bir şekilde verecekti. Onun kudret hazinesi tükenmezdi zira. Resul’ün insanoğlu hakkında pek sonuç vermeyen daveti, cin taifesinin iman etmesiyle meyveye duracaktı. Böylece Resuli’s-sakaleyn olacaktı, yani hem insanların hem cinlerin peygamberi. İslâm’la tanışan ilk cin gürûhu olmak ise Nusaybin cinlerine nasip olacaktı.

       İslâm literatürüne “cin gecesi” olarak geçen hadiseye göre Hz. Peygamber, Taif’ten Mekke’ye döndüğünde vakit gece olmuştu. Bir müddet dinlenmek üzere varacağı yere bir gecelik mesafede bulunan Nahle denen yerde konaklar. Gece karanlığında namazı edâ ettikten sonra sesli bir şekilde Kuran okumaya başlar. O sırada oradan geçen Nusaybinli 7 cin, gecenin karanlığından süzülerek yayılan bu sese kulak kesilirler. Dinledikçe etkilenirler ve iman ederler. Böylece iman eden ilk cinler olarak İslâm tarihine geçerler. Nusaybin cinleri,  yola revan olup kavimlerinin olduğu Nusaybin’e varırlar ve kavimlerini İslâm’a davet ederler.

       Nusaybin cinlerinin Hz. Peygamber’le karşılaşarak iman etmeleri Ahkaf Suresi’nde şu şekilde geçer: Bir zamanlar cin topluluğundan bir grubu, Kur’an’ı dinlemek üzere sana doğru yönlendirmiştik. Yanına geldiklerinde “Susup dinleyin!” dediler, okuma sona erince de uyarıcılar olarak kendi topluluklarına döndüler.

***

       Nusaybinli cinlerin yaşadığına inanılan yer Gırnavaz Tepesi veya Gırnavaz Höyüğü olarak anılan bir yer. Buraya Cin Tepesi de denir. Gırnavaz, Kürtçedeki Gırê Newaz (Navaz’ın Tepesi) tamlamasının birleşik hâli olmalı. Nusaybin merkeze 4-5 km. uzaklıkta, Suriye sınırına da çok yakın bir köydür Gırnavaz.

       Halkın inanışına göre, ruhsal ve bedensel yönden rahatsızlığı olan insanlar Gırnavaz’da şifa bulur. Kendisine kötü cinlerin musallat olduğuna inanılan insanları da buraya getirirler. Gırnavaz cinleri iyilerden oldukları için kötü olanlarla mücadele ederek kovar onları. Yalnız bu işin bir şartı var; şifa bulmak isteyen orada korku dolu bir gece geçirecektir.

       Gırnavaz cinleriyle şifa arayanlar çarşamba gününü özellikle tercih eder. Çarşambada ısrarın nedeni, Êzidilikten kalmış olmalı. Çarşamba, bu inanışta kutsal gün sayılır çünkü. Gırnavaz’ın ziyaretçileri sadece Müslümanlar değil, diğer inanışlardaki insanları da burada görmek mümkün. Bütün türbe ziyaretlerinin ortak ritüeli olan ağaçlara çaput bağlamak, üst üste 7 taş koymak gibi batıl hareketlere burada da rastlanır. İnsanların şifa bulmak için gecelediği yerde iki mezar var. Birisi Nusaybinli cinlerin reisi olduğu düşünülen Mir Osman, diğeri de hemen yanı başındaki kız kardeşi Zeyneb’in mezarı. Anlaşılan o ki, yeryüzünde kutsallık atfedilip insanlar tarafından ziyaret edilen tek cin mezarı Nusaybin’in Gırnavaz’ı.

       Gırnavaz’la ilgili çok ilginç, bir o kadar da ürperti veren bir anekdot var. Rivayet o ki, 1970’li yıllarda yine böyle tedavi için Gırnavaz’a gelen bazı insanlar yer altından kılıç şakırtıları ve insan bağırışları duymuşlar. Sonra nasıl olduysa, bu ciddiye alınır ve gerekli kazılar başlar. Duyulan sesler hayal ürünü değilmiş ki, kazılarda pek çok buluntuya ulaşılır. Çeşitli tabletler bulunur, 6 ila 7 bin yıllık Babil tabletleri. Tabletlerin üzerinde Gırnavaz Tepesi üzerinde tasvir edilmiş yarı insan, yarı hayvan cin figürleri vardır. Binlerce yıl önce burada koskocaman bir şehir kuruluymuş ve cinler ta o zamandan beri buradalarmış.

       Aslında Gırnavaz’daki kazılar bundan çok öncesinde de yapılmıştı. İlk araştırma, 1918’de A. T. Olmstead tarafından yapılmış. 70’lerde duyulan o kılıç şakırtıları üzerine yapılan çalışmalar ise Prof. Dr. Hayat Erkanal tarafından 1982’de başlatılmış. Ne yazık ki bu çalışmalar, 1991’de, hangi amaca hizmet ettiği bilinmeyen silahlı bir saldırının ardından sonlandırılmış. Bu saldırıda iki araştırmacı da hayatını kaybetmiş maalesef.

       Yapılan bu araştırmalarda; Gırnavaz’ın 6 bin 500 yıllık bir geçmişinin olduğu, bir zamanlar Mittani Krallığı’nın başkenti olduğu, Hurriler, Asurlular, Abgar Krallığı ve Romalılar gibi daha pek çok medeniyetin yerleşim alanı olduğu ve bundan başka kesintisiz olarak binlerce yıllık kesintisiz bir yerleşim yeri olduğu ortaya konmuş. Bu veri ve bulgulara bakarak Nusaybin için söylenen “Mezopotamya’nın Miladı” ifadesinin ne kadar yerinde olduğunu söyleme mümkün.

Yorum Yaz