tatlidede
tatlidede

Rastlardım Avluda, Hep Volta Atarken

Rastlardım Avluda, Hep Volta Atarken

          İnsanın zihin dünyası, imajlar ve çağrışımlarla bezenmiş çok ilginç bir âlem. Varlık veya kavramların bu âlemdeki karşılıklarının nasıl ve ne şekilde olacağını kestirmek çok zor. Yazının başlığı, pek çok kimseye Ahmet Kaya’nın Diyabakırlı Bahtiyar’ını hatırlatsa da,benim zihnimde, bir cami avlusunda bir aşağı bir yukarı mütemadiyen volta atan medrese talebelerini çağrıştırır. Kişisel zihin dünyasıyla alakalı bir durum olsa gerek.

          Evimizin birkaç hane ötesindeki geniş avlulu caminin devasa bahçesinin hücre tabir edilen birkaç odalı müştemilatında medrese talebeleri olurdu. Bütün günü “seyda” dedikleri medrese hocasının dizinin dibinde, rahlenin önünde edeb ve itaat içerisinde ders alarak geçirirlerdi. Burada yer içer, burada yatar kalkarlardı. Sıkı bir disiplin altında geçirdikleri her günün akşamında aldıkları dersin ezberini yapmak gerekirdi. Kafalarında takke, sırtlarında yakasız mintan, ayaklarında pantolon sayılamayacak genişlikte şalvarımsı kıyafetle cami avlusuna beşerli onarlı gruplar halinde çıkar, tabii bir intizam içerisinde, o hengamede birbirine çarpmamayı başararak ustalıkla volta atarlardı. Bir yanda namazgaha çıkan merdivenler, bir yanda da duvara bitişik, sıra sıra dut ve çam ağaçlarının sıralandığı avlunun göz kararıyla belirledikleri hizasında ip gibi arkalı önlü sıralanarak hızlı adımlarla bir baştan diğer bir başa döner dururlardı. Bu volta sırasında iki avuç içiyle tuttukları kitaptan bir an olsun gözlerini ayırmadıkları gibi, voltanın sonundaki geri dönüş noktasını göz teması kurmadan ustalıkla hisseder, mırıltı halinde ama oldukça seri biçimde bir şeyler tekrarlarlardı.

          Sular kesik olduğundan bir ibrik su almak veyahut çocuklarla sokak koşturmacasının ardından el yüz yıkamak için sıkı bir uğrak yerimiz olan avludaki fıskiyeli şadırvanın beton oturaklarına kurulup kimisi sakalllı, kimisi bıyığı henüz terlemiş, onlu ve otuzlu yaş aralığındaki bu talebeleri izlerken yaşımızdan beklenmedik bir ağırbaşlılık ve sükunete bürünür, vaktin epeyce geciktiğine kanaat getirdiğimiz anda, duvar dibinden, nedendir bilinmez, yarı mahcubiyetle orayı terk etmeye muvaffak olurduk.

          Yürüyüş halindeyken bazı zihinsel aktivitelerin daha iyi çalıştığı, dikkatin daha iyi odaklandığı meğer modern tıbbın da onayladığı bir şeymiş. Fakat ne var ki ben, o talebelerin o voltaları bu yüzden attıklarına hiç ihtimal vermedim. Zira bütün gün hocanın rahlesinin dibinde kemal-i edeble diz çökmüş, kımıldamadan oturuyorsunuz. Bir süre sonra belinizde, bacaklarınızda dayanılmaz ağrıların ve uyuşmaların peyda olması kaçınılmaz olacak; bundan mütevellid, tek çare volta. Ama yine de bu “volta ritüelini” geleneksel şark medreselerinin kendine has eğitim metodunun bir parçası olarak görmek en doğrusu olacak.

***

          Şark Medreseleri veya daha çok kabul gören ismiyle Kürt Medreseleri, yüzyılları aşan köklü bir maziye sahiptir. Eğitim hizmetinin resmî imkanlarla bu coğrafyaya götürülemediği ibtidai dönemlerde bir ihtiyacın ürünü olarak böyle bir alternatif geliştirilmiş. Şark Medreselerini; bol kubbeli, kompleks yapılı, düzenli intizamlı yapılar gibi düşünmemek lazım. Bir hocanın ders verebileceği küçük bir yer bile bu iş için yeterlidir. Bir cami veya caminin bir bölümü rahatlıkla medreseye dönüştürülebilirdi. Halk, medreseleri kendi nafakasından can-ı gönülden desteklediği için, bir medrese kısa bir sürede herhangi bir yerde kurulabilirdi. Belli dönemlerde, politik baskılardan ötürü, bu medreselerin kırsal kesimlere yöneldiği görülür. Bu politikalar daha da sertleştiğinde köylerde de barınamamış, seydalar kitaplarını koltuk altı edip, ilim irfan faaliyetlerine Suriye’de devam etmişlerdir.

          Şark medreselerinde bugüne nazaran çok farklı eğitim metotları uygulanırdı. Öncelikle, kontenjan durumu barınma şartlarına göre değişiyordu. Dersler hocayla birebir yapılır ve ders geçme sistemi yerine kitap bitirme sistemi uygulanırdı. Derslerin daha çok Kürtçeyle verildiği ve Arapça öğretimine de çok önem verildiği medreselerde ilim, fen, bilim ve ahlak alanlarında oldukça önemli başarılar sağlanmış, dünya çapında âlimler yetişmiştir.

          Bahsini ettiğimiz medrese geleneği, yüzyıllardan bu yana sadece ülkemizin doğu şehirlerinde değil Irak ve Suriye’de de aynı usul ve tarzda varlığını sürdürmüştür. Şehrimizde de çoğu kimsenin Seyda Camisi, Mala Seyda veya Seydaoğulları olarak bahsetmeyi tercih ettikleri Kızıltepe İpekyolu’nun hemen altındaki cami, dergah ve medreseden oluşan kompleks yapı, bahsettiğimiz Şark medrese geleneğinin şehrimizde bir asıra yaklaşan önemli bir temsilcisidir.

***

          Kızıltepe’deki Seyda Medresesi, Ebu’l-İlm (ilmin babası) olarak nam salan Şeyh Abdurrezzak hazretlerinin ekolü olarak kabul edilir. Gerek Şeyh Abdurrezak ve gerekse yakın bir zamanda dâr-ı bekâya uğurladığımız mahdumu Şeyh Selahaddin, bölge insanının sevgisini ve hürmetini kazanmış ilim, irşad ve kanaat önderi şahsiyetlerdi.   

          Seyda Şeyh Abdürrezak 1896’da Mazıdağı’nın Helêla (Duraklı) Köyü’nde doğar. Küçük yaşlarda eğitime başlayan Seyda, bölgedeki birçok meşhur müderristen ders alır. Bu arada Şeyh Said kıyamı bastırılmış, medreseler bir bir kapatılmıştır. Seyda, bunun üzerine 1926’da eğitimini tamamlamak için Irak’a geçer. Fakat burada da kargaşa baş gösterince Suriye’ye geçer ve ömrünün sonuna kadar talebesi olmakla iftihar edeceği büyük zat Şeyh Ahmed Haznevi’ye intisap ederek bir sure sonra halifesi olur. Nusaybin’de üç yıl boyunca talebe yetiştirdikten sonra tekrar Suriye’ye döner. 1953’te sıla-yı rahim niyetiyle Mazıdağı’na gelir. Niyeti bir süre kalıp Suriye’ye dönmektir; fakat halkın ısrarı neticesinde Suriye’ye gitmekten vazgeçer. Bu sefer de Kızıltepe’deki halkın ısrarlı davetleri sonucunda 1954 yılında Pırmirê (Yaşar) Köyü’ne yerleşerek irşad ve tedrisat faaliyetleri yapar. 1963’e kadar burada talebe yetiştirir. Bu arada bir yıl müddetle Viranşehir’de bulunur. Şeyh Abdürrezak, en son 1970 yılında Kızıltepe’de bugün Seyda Camisi olarak bilinen medreseyi kurar. Nakşibendiliğin Halêliyye kolunun merkezi olarak kabul edilen bu medresede, vefat ettiği 1980 yılına kadar ilim ve irşad faaliyetlerine aralıksız devam eder. Kurduğu medreselerde binlerce alim yetiştiren Seyda’nın sonradan meşhur olmuş pek çok talebesi vardır. Eski Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez’in de hocası olan Molla Muhammed Emin Er ve Kürtçe Mevlid müellifi M. Emin Heyderi gibi pek çok tanınmış alim ondan icazet almışlardır.

          Şeyh Abdurrezzak’a insanların bu kadar saygı duymasını sağlayan vasfı, sadece büyük bir alim ve tasavvuf ehli bir mürşid olması değildi. Tevazuyu hayatının merkezine yerleştiren Seyda’nın, talebeler ilimle daha fazla meşgul olabilsin diye, onların bulaşıklarını gizlice yıkadığı ve her seferinde bu durumun talebeleri tarafından fark edilene kadar bir süre devam ettiği bizzat o talebeler tarafından mahcubiyetle nakledilir.

          Seyda, halkın her kesimi tarafından oldukça muteber ve sözü dinlenen bir şahsiyet olarak yeri geldiğinde toplum içindeki anlaşmazlıkları bu özelliğiyle bertaraf eden bir arabulucuydu. Onun bu misyonu konusunda ilgi çekici bir rivayet nakledilir. Seyda’nın doğduğu köy olan Helêla’da iki aile arasında şiddetli bir husumet baş gösterir. Seyda bu iki aileyi defalarca barıştırmasına rağmen fitneciler yüzünden tekrar kavga çıkarmış. Seyda, bu durumdan o kadar bizar olur ki “Allah, bu fitneyi körükleyenlerin gözüne kurşun isabet ettirsin.” diyerek köyü terkeder. Ardından çıkan çatışmada fitneyi körüklediği bilinen kişinin gözüne gerçekten de kurşun isabet eder ve iki gözü görmez olur.  

          Şeyh Abdurrezzak, başka dinlerden olanlara da gayet müşfik davranır, saygı gösterirdi. Onlarla muhatab oduğunda genel geçer ahlâki hasletler üzerinde durur ve asla onları üzecek bir ifâde kullanmaz, onları koruyup kollardı. Bir ara şehirde asayişin bozulduğu bir dönemde Seyda, Deyrülzafaran Manastırı etrafındaki bir grup köylünün gayrımüslimlere zarar vermeye yeltendiklerini haber alır. Bunu duyar duymaz, talebelerini yanına alarak manastır civarındaki Müslüman köylerini teker teker gezerek nasihatte bulunur ve kötü bir hadise yaşanmasının  önüne geçer. Bu tutumu karşısında Seyda’ya minettarlık duyan Deyrülzafaran Manastırı Rahibi Cibran Efendi, Seyda’yı manastırda ağırlamış ve kendisine bir dostluk nişanesi olarak gümüş bir kaşık armağan etmiştir.

***

         Asırlardan bu yana birçok siyasi ve sosyal buhrandan çıkarak varlığını korumayı başaran Şark Medreselerinde sayısız ilim ve irfan ehli insan yetişmiştir. Medreseler, bu misyonun  yanında, faaliyet gösterdiği her yerde muazzam bir sosyal denge unsuru olmuş, toplumu muzır olan her türlü fikir ve cereyandan korumuştur. Şehrimizdeki Şeyh Abdurrezak ekolü de bu misyon çerçevesinde ilim ve irşad faaliyetlerine hâlâ devam etmektedir. Bu tür irfan merkezlerinde insanlığa idrak ettirilmeye çalışılan şey; bir sineğin kanadı kadar değeri olmayan dünyanın benliğimizi örseleyip tepeleyen şeytani tuzaklarla olduğu, dinmek bilmeyen süfli arzulara mağlup olmanın insanı hazin bir sona sürükleyeceği ve bu durumdan halas olmanın tek yolunun salih insanlara yaraşır erdemlerle kuşanmak olduğudur.

Yorumlar

Image
sami
02.02.2023 / 09:02

Çok güzel bir yazı olmuş bunu kitaplaştırmanızı gönülden istiyorum

Image
Serkan Aktepe
25.01.2023 / 14:55

MasaAllahh o kadar güzel ve nacize kaleme dökmüşsünüz ki umuyorum ki Allah dostlarına yazdığınız bu övgülü kelamı Rabbim kendi nezlinde de size hayr ve hasenat olarak işler inşaAllah. Selam ve dua ile vesselam.

Yorum Yaz