tatlidede

Sen Ne Kara Bir Ölümsün!

Sen Ne Kara Bir Ölümsün!

          Şatana Konağı’yla ilgili yazmayı planlıyordum. Deprem felâketinin korku ve derin hüznünü bir arada yaşayınca pek içimden gelmedi bu konuda kalem oynatmak. Fakat bir şeyler yazmak gerekiyordu. Şükürler olsun ki, deprem kuşağında bir şehir olmadığımızdan, şehrin hafızasında bununla ilgili bir veri yok. Deprem değil belki ama geçmişte bu şehir, kıtlık, kuraklık, sel, savaş, göç ve salgın hastalık gibi pek çok felâkete maruz kalmış. Bu minvâlde araştırma yaparken, korona dönemine ait bir internet haberi çıktı karşıma: “Mardin'in Mazıdağı ilçesinde koronavirüse yakalanan 103 yaşındaki Emine Tekin, tedavi gördüğü hastaneden taburcu edildi. Tekin, 95 yıl önce veba hastalığını atlattığını söyledi.” Konu belirmiş oldu böylece. Yüzyıllar boyunca memleketleri kasıp kavuran Veba Salgını, nâm-ı diğer “Kara Ölüm”.

***

          İnsanlık tarihinin en ölümcül hastalıklarından olan veba, covid-19 gibi bir enfeksiyon hastalığı. Kasıklarda ve koltuk altlarında kapkara, tiksindirici, ağır kokulu, iflah olmaz  şişliklere sebep olduğundan “kara ölüm” ismiyle anılmış. Veba mikrobu ilk defa 1300’lerde Çin’de görülmüş. Sars, covid-19 ve domuz gribi gibi virüslerin de yine Çin’den yayıldığını hatırlayınca, tarih boyunca pek çok pis illetin kaynağının hep Çin olduğunu düşünmeden edemiyor insan.

          Asyalı tüccarlar Çin’den aldıkları kürkleri gemilerle Avrupa’ya götürdüklerinde gemideki pire ve sıçanların veba mikrobunu taşıdıkları söylenir. Kırımlı Tatarların da az günahı yok bu işte. Reisleri Canıbek, İtalya’daki Ceneviz limanını kuşatmış ama bir türlü alamamış burayı. Savaşta insaf yok, “Madem limanı alamıyorum, siz de ölün o hâlde” diyerek vebalı asler cesetlerini mancınıklara bindirip şehre fırlatmış, ölüm yağdırmış adeta. Böylece 1347-1352 yılları arasında Avrupa şehirlerini neredeyse yarı yarıya yok edecek veba salgını başlamış ve 1720’ye kadar da devam etmiş. Veba ölümleri o kadar artmış ki, dünyanın sonu geldi sanılmış. Ne içinde yaşanacak bir ev, ne ekilecek bir toprak, ne de bu toprağı ekecek bir insan kalmamış, üstelik açlık ve kıtlık da üstüne tuz biber ekmiş.

          Ölümün kol gezdiği bu dönemde edebiyat ve sanatta “ölümün dansı” diye bir söz vardır. Bu ifâde genç, yaşlı, fakir, zengin bırakmayan ölümün evrenselliğini vurgular. Herkes ölümün çatısı altında birleşmiştir çünkü. Veba, dönemin yazarları tarafından edebî eserlerde de tasvir edilmiştir. Galli şair Ieuan Gethin, 1349’da kendi gözleriyle gördüğü vebanın siyah yaralarını belki de en iyi biçimde tasvir edenlerdendir:

“Aramızda dolaşan ölümü, siyah bir duman gibi görüyoruz. Gençleri öldüren bir veba, müsamaha etmeye merhameti olmayan asılsız bir hayalet. Koltuk altımda elma şeklinde, bir soğanın başı gibi, kimsenin canını bağışlamayan ufak bir çıban gibi. Zavallı ben! Tanıklık etmesi muazzam, yanan bir kül gibi, yaslı kül rengi. Kuru börülcenin tohumuna benziyor, deniz kömürünün kırılgan parçaları. Kum midyelerinin kabuklarının külleri, karışık katlı, kara vebaya benzeyen üç kuruş, orman meyveleri gibi kara …”

          İslâm memleketlerinin aksine, Orta Çağ’ın zifiri skolastik karanlığında debelenen Avrupa, bunun faturasını birilerine kesecekti; zira Tanrı’nın öfkesini yatıştırmak için günah keçileri lazımdı. Bazı dindar Hristiyanlar, vebaya günahlarının sebep olduğuna inanarak kendilerini kırbaçlatma ayinleri düzenlediler. Salgının cadılar yüzünden çıktığına da inanılıyordu; “cadı avı”na çıkıldı. Sayısız insan uluorta, acımasızca yakıldı. Toplumun dehşete kapıldığı bu dönemde Yahudiler de unutulmadı, zaten onlara iğrenerek bakıyorlardı. En ilginci kedilerin yok edilmesi. Geceleri parlayan gözleriyle sokaklarda gezinen kediler, hiç de iyi bir izlenim  uyandırmıyordu. Kediler olsa olsa cadıların büyülü hayvanlarıydı. Böylece kedi avına da çıkıldı. Ama veba, bir türlü bitmiyordu. Kedileri öldürerek salgına karşı en önemli savunma hatlarını yok ettiklerinin farkında değillerdi. Çünkü veba salgını, fareler tarafından taşınıyordu ve Orta Çağ Avrupasında her yer fare kaynardı.

***

          Kısa zamanda dünyanın geniş coğrafyalarına yayılan kara ölüm, Mardin’e de uğramadan edemezdi. Kaynaklardaki bilgilere göre veba, Mardin’de çoğu zaman kıtlık, yağma, göç, asayişsizlik gibi krizlerle de birleşerek büyük tahribatlara neden olmuş. Veba bu tür krizlerin ya nedeni ya da sonucu olmuş; ama hep olmuş.

          Mardin’de veba salgınıyla ilgili ilk rivayet ateşe ve Güneş’e tapan Pers kralı Şat Buahari ile ilgili. Kral, 309 yılında Mardin Kalesi’nin havasının ona iyi geldiğini görünce küçük bir kasır yaptırıp on iki yıl burada yaşar. Daha sonra kendi memleketi olan Pers’ten ve Babil’den de insan getirip Mardin’e yerleştirir. 377 yılına kadar şehirde hüküm sürerler. Fakat bu müreffeh günlere veba son verir; halktan kurtulan olmaz.

          1260 yılında Artuklular zamanında Mardin’de önce açlık ve kıtlık baş gösterir, ardından da şehir veba salgınına sahne olur. Sınıf farkı gözetmeyen bu ölüm dansından Artuklu hükümdarı Necmeddin İlgazi de nasibini alır ve yerine oğlu Kara Arslan tahta geçer. 

          Veba ile ilgili Süryanilere ait bir anlatı var. Süryani azizlerinden Mor Gabriyel’in ölümünden 130 yıl sonrasıdır ve kara ölüm yine iş başındadır. Rahipler, kara kara düşünüp bir hal çaresi ararlar. Mucizelerine inandıkları Mor Gabriel’den medet umarak, mezarından çıkarırlar onu. Mor Gabriel’in eline asasını ve haçını verirler. Sonra duvara yaslayıp başında dua ederler. Sabah olduğunda veba yüzünden gerçekleşen ölümlerin sona erdiğini görürler.

          Abdulgani Efendi’nin bildirdiğine göre Mardin’de 1758’de kıtlık, 1771 ve 1798’de de veba salgınları Mardin’i kırıp geçirmiştir. Mardin’de yaşanan kıtlık, salgın hastalık gibi doğal afetler, halkın göç ederek kaçmasına ve nüfusun çok çok azalmasına neden olmuştur hep. 1762’de Diyarbakır’da yaşanan ve 50 bin kişinin ölümüne sebep olan veba salgınının Mardin’e sirayet ettiği ve halkın önemli bir kısmının can korkusuyla yerini yurdunu terk ettiği bilinmektedir. Yine 1799-1800 senelerinde Diyarbakır ve 1801-1802’de Bağdat çevresinde yaşanan salgınlardan ötürü Mardin nüfusunun çok azaldığı ve ekonomik hayatın durma noktasına geldiği aktarılır.  

          Mardin’in, Bağdat’a giden kervan yolu üzerinde bulunması, salgının bu çevrede yayılmasını kolaylaştırmaktaydı. Mardin’de görülen veba salgınlarının genelde Irak kaynaklı olması bu yüzdendir. 1821’de Basra’da başlayan veba, kısa sürede Mardin’e gelmiş, 1822’de ise bir ay içinde sadece Mardin’de 500 kadar kişi ölmüştür. Her salgından sonra halk hasta, bitkin halde korkuyla kıvranıp canının derdine düşmüş, şehirde asayiş ortamı tamamen bozulmuş, bunu fırsat bilen çapulcular şehre dadanarak her yeri talan etmişlerdir.

          Mardin ve civarında bulaşıcı hastalıkların, uzun kıtlık dönemlerinden sonra özellikle yaygınlaştığı görülür. Muhtemelen uzun süren kıtlık sürecinde iyi beslenemeyen insan vücudu salgınlara karşı dirençsiz duruma geliyordu.

          Mardin’den devletin topladığı vergiler, Musul ve Bağdat gibi kalelerin tamiri ve yeniçerilerin erzak masrafları için kullanılıyordu. Ancak salgın hastalık ve kıtlık zamanlarında bu vergi borçları ertelenir veya affedilirdi. 1787, 1800 ve 1829 yıllarındaki vergiler veba başta olmak üzere, kıtlık, kuraklık ve göç gibi sebeplerle ya affedilmiş ya da ertelenmiştir. 1865’te Mardin Sancağı’nın birikmiş vergi borçları devlet tarafından talep edilince halk buna itiraz ederek isyana varan bir kargaşa çıkarmıştır. Elde yok avuçta yok, nerden versindi.  

          1826-1827 kışı çok sert geçmiş, ekonomik hayat felç olmuştu. Mardin ovalarındaki köyler, Arap aşiretlerinin saldırıları ve veba salgını nedeniyle ya virane olmuş ya da ahali evlerini terk edip kentlere sığınmıştı. Bu olaylar zaten birkaç yıldır devam etmekte olan kıtlığın daha da şiddetlenmesine neden olur. Tarihçi Abdüsselam Efendi, 1827’deki salgının, öncekilerin aksine Erzurum’dan Mardin’e yayıldığını kaydeder. Bu yılın vebası öyle şiddetlidir ki Musul üzerinden Mardin’e gelenlerin yol boyunca tek bir insanla karşılaşmadığını söyler. Nusaybin’deki köylülerin veba korkusuyla dağlara sığındığını, köylünün ambarlarda kalan hububatına da Mardin Voyvodası Mehmed Said Ağa’nın el koyduğunu belirtir.

          1837 yılında Mardin’e gelen Papaz Horatio Southgate, Musul’da veba salgını yaygın olduğu halde, Mardin’de çok az vakanın görülmesinden dolayı Mardin şehrinin, Musul gibi terk edilmiş ve azalan evlerin yıkıntılarıyla örülü olmadığını söyler.

          Veba gibi salgın hastalıklardan korunmak için devlet tarafından alınan başlıca tedbir, karantina uygulamasıydı. Mesela 1890 tarihli bir telgrafta, otuz beş günden beri Mardin Sancağı’nda vebadan eser kalmadığı halde karantinanın kaldırılmadığı bilgisi verilerek, gereğinin yapılması isteniyordu. Öte yandan, salgın haberi duyulur duyulmaz civar vilayetlere bilgi verilmekte ve gerekli tedbirlerin alınması istenmekte, özellikle temizliğin önemine işaret edilmekteydi. 1900’da Musul’dan Mardin’e gönderilen bir telgrafta, İran’da veba salgını görüldüğünden Mardin, Cizre, Nusaybin ve Derik kazalarında temizlik şartlarının sağlanması için uyarılarda bulunulmuştur.

***

           İnsanlık, tarih boyunca bir taraftan ciddi bir gelişim gösterirken bir taraftan da acılarla sınanmış, geriye düşmüştür. Söz konusu acılar, kimi zaman insanoğlunun kendi eliyle ürettiği krizlerle yaşanırken, kimi acılar da deprem, kuraklık, kıtlık ve salgın hastalık gibi doğal afetlerle yaşanmıştır. Ama en nihayetinde insanlık, bazen eksilip duralasa da, her acıyı ve krizi bir birikime dönüştürerek bunun üzerinden yükselmesini, sıçramasını bilmiştir. Bugün yaşanan deprem felâketi de, bütün ülkeye derin bir acı yaşatsa da, tarihte olduğu gibi bu acının da yaraları elbette sarılacak, bundan kişisel ve toplumsal dersler alınacak ve geleceğe dönük ümitler var olmaya devam edecektir.

 

Yorum Yaz