tatlidede

Yarım Kalan Bir Hayat / Leyla Bekri - HALEP

18 yaşında hayat dolu bir genç. Gelecekten ümidini yitirmemiş. Bir gün mutlaka evine, yurduna geri döneceğine inanıyor. Besmele çekerek başladığı hayata kaçış öyküsünün içinde yaşadıklarını anlatırken gözlerine oturan hüznü saklayamıyor.
Yarım Kalan Bir Hayat / Leyla Bekri - HALEP

        Gözlerindeki hüzünle beraber dilinden dökülenleri kâh Arapça ve kâh Kürtçe olarak dinledim. Arapça ve Kürtçe anlatılan öykünün Türkçesini ne kadar tutturabilirim bilmiyorum ama bir eksiğim olursa eğer af ola.

        Suriye’deki yaşamını, yaşadıklarını, neden ayrılmak zorunda kaldığını, Türkiye’ye gelirken bizlerden ne umduğunu ve ne bulduğunu sorularına cevaben Leyla’yı dinliyorum;

        Bismillahirrahmanirrahim

        Yemen, Tunus, Cezayir, Libya ve Mısır’ın ardından Suriye’de de karışıklık oldu. Hayatın bazı kesitlerinde olabilen sıkıntılar bu kez Suriye için yaşanmaya başlamıştı ve bu sıkıntılar, her zaman olduğu gibi geçiciydi diye düşünüyordum. Gerçi kan dökülmüştü ama bu dökülen kanın kalıcı sıkıntılara neden olabileceğine ihtimal vermiyordum.

       Ancak herkesi olduğu gibi beni de derinden etkilemeye başlayan bu kavgada dökülen kanın ardı arkası kesilmedi. Gerisinde bir yığın acı ve oluk oluk gözyaşı bırakan bu kan dökülmeye devam etti ve ne yazık ki hala da dökülmeye devam ediyor.

        Savaş Dera’da başlamıştı. Humus ve İdlib’in ardından Halep’e sıçramasından korktuğumuz bu yangının ateşi, her geçen gün daha da gürleşiyordu. Bir taraftan Beşer karşıtlarının, diğer taraftan Beşer taraftarlarının gösterilerine sahne olmaya başlayan Halep’te, herkesin burnuna barut ve kan kokusu gelmeye başlamıştı. Kendi halinde yaşamlarını sürdürmeye çalışan Haleplilerin ağzını bıçak açmıyordu. Herkes Allah’ın rahmetine sığınıyor ve bu kavganın Halep’e ulaşmadan bitmesi için dua ediyordu.

        Ama olmadı!

        Önce sular kesildi!

        Ardından elektrik!

       Yaşamımızı oldukça zorlaştıran bu kesintilerle beraber Halepli gençler tutuklanmaya başladı. Tutuklanan gençlerin akıbetinden herkes endişe duyuyordu. Cesaret kırılmıştı. Herkes korku içindeydi. Huzur, tam anlamıyla darmadağın olmuştu. Her yerde zulüm vardı ve bu zulmün nereden geldiğini dahi kestirecek durumda değildik. Dua etmekten başka bir seçeneğimiz yoktu ve bu seçeneği aldığımız her nefeste kullanıyorduk.

       Bu hengâmenin içinde ramazan ayına ulaşmak üzereydik. Oruç için hazırlıklarımız başlamıştı. En azından ramazan ayında, bu kavganın duracağını ümit ediyorduk. Ama ramazan ayının daha ilk günlerinde Halep’e, ve hem de yaşadığımız mahalleye sıçrayan ateş, ümitlerimizi tepetaklak etmişti.

        Çok korkuyorduk!

        Tüm vakit namazlarımızın sonunda, bu ateşin sönmesi için dua ediyorduk, dua ediyorduk, dua ediyorduk…

        Sahur dualarımızla başlayan çatışmalar, sabah ezanına kadar sürüp gidiyordu. Oruç ayına hürmeten kesilmesini ümit ettiğimiz savaş, tam aksine katlanarak devam etmişti ne yazık ki. Ve bir keresinde de tam üç günümüzü evin bodrumunda geçirmek zorunda kalmıştık. Mahalledeki çatışmalardan evimiz de nasibini almış ve her tarafına isabet eden mermilerin açtığı deliklerle adeta eleğe dönmüştü. Mermiler, evimizin duvarlarını eleğe çevirirken bizler sığındığımız bodrumda tir tir titriyorduk. Korku, vücudumuzun bütün hücrelerine sirayet etmişti. Bodrumda geçirdiğimiz korku dolu günlerde, babam çok düşünceliydi. Kendisi için değil de bizim için endişe ettiği aşikârdı. İşte o anlarda planını kurmuş ve ne pahasına olursa olsun bizleri bu ateşin içinden kaçırmaya karar vermişti.   

           Halep’ten ayrılacaktık artık.

           Evin bodrumunda geçirdiğimiz üç günün ardından kaçış için fırsat kollamaya başladık. 3-5 gün sonrasında bir nebze durulan çatışmaları fırsat bilerek, babam, annem ve iki ablamla beraber evimizin kapısını çekip bulduğumuz ilk otobüsle Derbesiye’ye doğru yola koyulduk. Hepimiz oruçlu ve hepimiz korku içindeydik. Derbesiye’deki dayımlarda bir hafta kadar kaldıktan sonra tekrar Halep’e yani evimize geri dönme niyetindeydik. Zira bir hafta içinde durumların düzelebileceğini ümit ediyorduk.

          Normal koşullarda iki üç saat süren bu yolculuğa sabahın sekizinde başlamış ancak iftar vaktinde Derbesiye’ye ulaşabilmiştik. Defalarca kesilen yollarda yapılan ve bizlerin korkularını daha da büyüten ve kim tarafından yapıldığını dahi kestiremediğimiz kontrollerin yaşattığı korkunun etkisinden, dayımın evine ulaştığımızda bile kurtulamamıştık.  Dayımlar bizleri çok iyi karşıladılar ama onlara da fazlaca yük olmak istemiyorduk hani. Zaten durumlar bir haftaya kadar nasıl olsa düzelecek ve biz de evimize geri dönecektik. Bu sıkıntılar da bitecekti elbette ki…

       Ama olmadı!

       Dayımlarda geçirdiğimiz bir haftanın ardından ümitlerimiz ve bu ümitlere bağlı olarak kurguladığımız planlarımız tamamen telef olmuştu. Halep’ten gelen haberler, her şeyin çok daha kötüye gittiğini gösteriyordu.

        Evimize dönmek bir hayaldi artık…

        Hem ateş, sarmaladığı Halep’te kalmamış ve yavaş yavaş bulunduğumuz yöne doğru da sıçramaya başlamıştı. Ne yapacağımızı bilemez duruma gelmiş, korku ve endişe içerisinde beklemeye başlamıştık. Dayımlarda daha fazla da kalamazdık artık. Suriye’de sığınabileceğimiz bir başka yer de yoktu. İşte bu çaresizliğin içinden çıkan tek bir çözüm yolu vardı. Hayata tutunabilme adına sığınabileceğimiz tek bir adres kalmıştı.

        Türkiye… 

        Hem bir ablam da Türkiye’de yaşıyordu. Evi Mardin iline bağlı Kızıltepe ilçesindeydi.

        Hayata tutunabilmemiz için her çareyi düşünen babacığım, bu seçeneği de düşünmüş olmalı ki daha önceden hepimiz için pasaport almıştı. İşte bu hengâmenin içinden hayata yolculuğumuz, yine sabahın yedisinde başladı. Şenyurt sınır kapısındaydık. Kapı, tıpkı bizler gibi hayata yolculuğa çıkmış insan kalabalığı ile hıncahınç doluydu. Burada bulunan insanların tamamının yüzündeki ifadede muntazam bir ortaklık vardı ve bu ortaklığın adı korkuydu…

Herkes bir an önce sınırın diğer tarafına geçerek korkusundan arınmayı hedefliyordu. Sabahın yedisinde başlayan bekleyişimiz iftar vaktine kadar sürdü. Pasaport kontrolümüzün ardından sınırı aşıp Türkiye’ye geçmiştik. Şenyurt’tan Kızıltepe’ye doğru yola çıktığımızda iftar vaktine yarım saat kadar bir zaman vardı ama bizler iftarımızı, ciğerlerimize doldurduğumuz ve aylardan sonra ilk kez içinde korku barındırmayan havayla açmıştık sanki. Ciğerlerimiz oksijenle değil, hayatla dolup taşıyor gibiydi. Hayata tutunmayı başarmıştık ama geride bıraktıklarımızın hüznünü içimizden atamamıştık. Yarım saatlik yol boyunca ağladım ve ben ağlarken ailemin diğer fertlerinin de ağladığını fark ettim. Her birimiz bir diğerimizin ağladığından habersizdi. Gözlerimizden dökülen yaşların taşıdığı şey; hayata tutunma sevinci miydi yoksa geride bıraktıklarımızın hüznü müydü bilemedim.

     Sadece ağladım, sadece ağladık ve sadece ağlaştık. Hepsi bu…

     Akşam ezanıyla beraber ablamın evindeydik. İftarımızı o güzelim havayla açmıştık sanki ama ablamla giderdiğimiz hasretin eşliğinde oturduğumuz iftar sofrasından da nasibimizi aldık hani.

      Yepyeni bir hayatın başlangıcındaydık. Ablamda geçirdiğimiz birkaç günün ardından kendimiz için de ev aramaya başladık. Bir taraftan ev arayarak yeni bir hayata başlamayı planlarken diğer taraftan Suriye’deki durumu hassasiyetle takip ederek geri döneceğimiz günlerin planlarını yapıyorduk. Zira ülkemizle ilgili umutlarımızı asla ve asla gömmek istemiyorduk.

       Ev arayışımız sürerken karşılaştığımız manzaralar çok sıkıcı olmuştu. Kimse bize ev vermek istemiyordu. “Suriyelilere ev vermiyoruz!” söylemlerini sıkça duymaya başlamıştık ki bu bizler için çok acıydı… Oysa Suriye’den çıkıp geldiğimizde şefkatle karşılanacağımızı ve bütün kapıların bizlere açılacağını umuyorduk. Ama öyle olmadı ve maalesef ki arzuladığımız evi bir ayın sonunda bulabildik. Yeni evimize biraz buruk yerleştik. Zira taşındığımız sırada burasıyla ilgili olarak umduklarımızdan birini daha kalbimizin derinliklerine gömmek zorunda kaldık. Yeni evimize yerleşirken hiç bir komşumuzdan en ufak bir yardım alamamıştık. İşte bu da bizi çok üzmüştü.

      Yolculuğuna çıktığımız hayatımızı idame edebilmek için kimseye de muhtaç olmak istemiyorduk. İşte bu güdüyle iş aramaya başladık. Ablamla beraber bir kuaförde iş bulup çalışmaya başladık. Yeni hayatımızda bir evimiz ve bir işimiz olmuştu. Olmuştu olmasına ama hala aklımız ülkemizde, aklımız ülkemizdeki evimizdeydi.

      Yeni evimizde geçen zaman içinde komşularımızdan arzuladığımız yakınlığı pek görememiştik ve bu bizi gerçekten de çok üzüyordu. 

       Ama olsun!

       Dünya dönüyordu!..

      Kimi zaman komşularımızın yapması gereken empatiyi ben yapıyor, kendimi onların yerine koyarak sergileyeceğim davranışları hayal ediyor ve hayalde bile olsa onları utandırmaya çalışıyordum.  Aslında komşularımız başta olmak üzere yerli halktan aman aman bir talebimiz de yoktu. Tek istediğimiz şey bizlere basit bir insan gözüyle bakmaları ve Suriyeli yaftasıyla ötekileştirmemeleriydi.

         Yeni evimizde geçirdiğimiz bir haftanın ardından komşularımızdan biri bizleri ziyarete gelmişti. Bu durum bizler için beklenmedik bir şeydi ki bu ziyarete çok şaşırmış ve çok sevinmiştik. Çay ikramımızla başlayan sohbet çok güzeldi ve bizler de ziyaret edildiğimizden dolayı çok mutluyduk. Ancak ziyaretiyle bizleri mutlu eden komşumuz, sohbetin satır arasında öyle bir laf etti ki bu laf bizleri tekrar ötekileştirmiş ve de çok üzmüştü.

            “Suriyeli kızlar kocalarımızı bizden alıyor ve işte bu yüzden Suriyelileri istemiyoruz.”

            Komşunun ağzından çıkan bu sözleri duyduğumuzda donakalmıştık. Birbirimizin suratına boş boş bakıyor söyleyecek söz bulamıyorduk. İçim sıkılmış, gözlerim dolmuş ve bu sözlere karşı haykırmak istediğim kelimeler boğazımda düğümlenmişti. Hemen ayağa kalkarak odadan dışarıya çıktım. Misafirimizi annemle baş başa bıraktım ve kendi odama çekilip doyasıya ağlamaya başladım. Bu sözler, bana asıl evimi daha da özletmişti. İşte o anlarda kabaran özlemimin yaktığı bir yürekle yanaklarıma süzülen gözyaşları içinde;     

          Ülkem için,

          Şehrim için,

          Evim için,

         Kocaman kocaman açtığım avuçlarımla Allah’ıma dua ettim, dua ettim, dua ettim…

          Kızıltepe’ye gelişimizin üzerinden bir yıl geçmişti. Bu zaman içinde ülkemiz için dua etmediğim bir vakit yoktu. Oruç ayının son iki günündeydik. İki gün sonra bayramı kucaklayacak ve belki eş, dost ve komşuların ziyaretine tanıklık ederek bir parça mutlu olacaktık.

         Ama yine olmadı!

         Derbesiye’den gelen bir haber, ülkemizle ilgili olarak yaşattığımız umutları bir kez daha paramparça ediverdi. Halep’te bulunan amcamın üç oğlu savaş uçaklarından atılan bir bombaya hedef olmuştu. İkisi oldukları yerde hayatlarını kaybetmiş, üçüncüsü ise ağır yaralı olarak hastaneye kaldırılmıştı. O ölmemişti ama hayatının geri kalan kısmını felç olarak geçirmeye mahkûm edilmişti. İşte bu haberin kalbimizde yaptığı tahribatla karşıladığımız bayram, Kızıltepe’ye geldi ama maalesef ki evimizi teğet geçti yine. Hepimiz çok kötü durumdaydık. Bu acılara karşı kullanabileceğimiz bir tek silahımız vardı ve bu silah gözlerimizden dökülerek akıp giden yaşlardan başka bir şey değildi.

          Bayramı ağlayarak geçirdik…

          Hayat devam ediyordu. Çalıştığım iş yerinde genelde Kürtçe dili konuşuluyordu ama Türkçeye de mutlak ihtiyaç olduğunu hissediyordum. Daha ne kadar zaman burada kalacağımız belli olmadığından dolayıdır ki Türkçeyi de öğrenmek istedim. Kızıltepe Halk Eğitim Merkezi’nde Türkçe derslerinin verildiğini duyduktan sonra soluğu burada aldım. Merkez müdürü tarafından burada çok sıcak karşılandım ve doğrusu şaşırdım biraz. Merkez müdürü Mehmet Hadi Gökdemir, bizleri Arapça ve Kürtçeyi de çok iyi konuşan öğretmene teslim etti.  Şimdilik, öğleye kadar bu kursa devam ediyor, öğleden sonra da işime gidiyorum. Halk Eğitim Merkezinden ve bu merkezde Türkçe dersi veren öğretmenin bizlere gösterdiği ilgiden çok memnunum. Belki de aylar sonra kendimi mutlu hissettiğim tek adres oldu burası.

         Burada bizlere sağlanan bu olanağın yanı sıra, yine bizlerle ilgili olan diğer uygulamalardan da memnunum diyebilirim. Her şey bir yana, sağlık hizmetlerini ücretsiz alıyoruz ki kendi ülkemizde bile böyle bir imkânımız yok.  

        Yerli halktan beklentimize gelince;

          Onlardan beklentimiz, bizleri Suriyeli diyerek kendilerinden soyutlamamalarıdır. Bu söylediklerimi de ilk olarak komşularımızın okumasını isterim doğrusu. Zira en çok ihtiyaç duyduğum şey yanı başımızdaki komşularımızın bizleri anlamalarıdır.

         Ülkemize uğurlanacağımız günlerin ümidiyle hoşça kalın.  

 

 

Editör: Nezir Güneş

Yorum Yaz