tatlidede

Yarım Kalan Bir Hayat: Mahir Ali / RAKKA 2

Yarım Kalan Bir Hayat: Mahir Ali / RAKKA 2

Mahir Ali hikayesinin yazı serisinin ikinci bölümü....

21.09.2010
Üniversiteye gelen sivil giyimli polisler tarafından alındım. Gözlerime çekilen siyah bir bandın eşliğinde bindirildiğim araçla hiç bilemediğim bir yere götürüldüm. Gözlerime çekilen siyah bant, bırakıldığım yerde açıldı ama açıldığını fark ettirecek en ufak bir ışık yoktu. Kapkaranlık bir hücrenin içindeydim.
Suçum neydi?

Buraya neden getirilmiştim?

Bir yanlışlık mı vardı?

Benden ne istiyorlardı?

Bu karanlık zindanda ne kadar kalacaktım?

Bilmiyordum…

Bırakıldığım kapkaranlık hücrenin içinde kendime sorduğum bir yığın soruya verebilecek hiçbir cevabım olmadı. Sadece korktum ve sadece korkuyordum. Bilmediklerimin içime çökerttiği karanlık, içinde bulunduğum hücrenin karanlığından çok daha korkunçtu. Buraya getirilmem ile ilgili olarak bir yanlışlığın yapıldığını ve birkaç saat içerisinde bu yanlışlığın anlaşılacağını ummaktan başka yapabileceğim bir şey de yoktu. Umuyordum ve umduğumun umuduyla o kapkaranlık zindanın içinde beklemeye başladım.
İçinde bulunduğum karanlığa uyum sağlamaya başlayan göz bebeklerimin büyümesiyle beraber fark etmeye başladığım dört duvarın üzerime gelmeye başladığı bir ruh haliyle geçirdiğim bir zamandan sonra, misafirlerim gelmeye başladı. Bir yanlışlık sonucunda buraya getirildiğimi ve bundan dolayı benden özür dileneceğini beklerken…

İnsan onuruna hiç yakışmayacak muamelelere maruz kaldığımda, umutlarımda yaşattığım güneşin karardığını anlamaya başladım. Anlatmak bir yana dursun hatırlamak bile istemediğim o hücrenin içinde geçirmeye başladığım zamanla beraber maruz kaldığım uygulamalar karşısında, yaşama tutunma direncim kırılmaya başladı. Saati, gündüzü, geceyi bilmeden geçmeye başlayan zaman içerisinde, ölmeyi arzulamaya başladım. İçinde bulunduğum bu kötü koşulların yanı sıra ailemden hiçbir haber almamam bir yana ailemin de benden haberdar olamaması, işin en acı tarafıydı. Rakka’da yaşamakta olan ailemle, alıkonduğum günden itibaren en ufak bir irtibatım olmadı. Ailemin beni sormuş olması da nafileydi. İstedikleri kadar sorsalar da nerede olduğumu söylemezlerdi onlara. Anlayacağınız, kayıp ettirilmiştim ve bu anlamda yaşayabileceğim en büyük zorluk, annemin çektiği acıları düşünmekti. Annemin her an beni düşünerek ağladığını hissetmek, canımı acıtıyordu.

İçinde bulunduğum hücreye getirilip bana verilen bir parça ekmek ve azıcık helvayla besleniyor, su ihtiyacımı ise hücrede bulunan tuvaletin musluğundan tedarik ediyordum. Gecesi gündüzü olmayan bu karanlık hücrenin içinde zaman olgusu, tamamen kayıptı. Zamanın bile kaybolduğu bu karanlık hücrenin içinde geçip geçmediğini bile anlayamadığım saatler, günler ya da aylarda hayallerimi işlettim. Öncelikle güneşi kucaklatan hayallerime, güzel bir yemek, sıcak bir duş ve rahat bir yatakta uykuyla devam ettim hep. Karanlığın içindeki aydınlığı yaratan hayallerime devam ederken ben, Dera’da başlayan isyanı bilmiyordum tabi. Hücreye gelen davetsiz misafirlerimin bana göstermiş oldukları şefkatin(!) değişen boyutları, dışarda bir şeylerin olduğunu anlatıyordu belki ama ben bunu anlamıyordum, anlayabilecek bir akıldan da epeyce uzaktım zaten.

Ne kadar bir zaman geçti bilmiyorum. Adeta mezarın içindeymiş gibi süren bu kahrolası yaşama alışmaya çalıştığım bir zamanda, her zaman olduğu gibi hücreye gelen misafirlerim, şefkat(!) faslının arasında mahkemeye çıkarılacağımı söylediler.

İnanmadım!

Önce inanmadım ama gördüğüm muameleye telkinler eşlik etmeye başlayınca, söylenenin doğru olduğunu anladım. Ve bu doğruyu anladığımda içimi kaplayan sevinç, çektiğim bütün acıları bir anda unutturuverdi bana.

Güneşi görecektim!

Kuşların sesini duyacaktım!

Ağaçlara ve belki de çiçeklere dokunacaktım!

Kim bilir, belki aynaya da bakabilecektim!

Hele hiçbir suçumun olmadığını anlayacak olan hâkimin özgürlük kararından sonra…

Neler yapmayacaktım ki!

Bulunduğum hücredeki karanlığın içinde beklemeye başladım. Kaybetmiş olduğum zaman kavramını bulmuş gibiydim ve bulduğum bu kavram, geçmeyi bilmez olmuştu. Bu bekleyişin üzerinden ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Ve sonunda rutin olarak beni ziyaret eden(!) misafirlerimin nezareti ile bulunduğum mezarın içinden çıkarılarak mahkemeye götürüldüm.

Çıkarıldığım yol boyunca çok sevinçliydim. Kuşların sesini duyma, ağaçlara ve çiçeklere dokunma olanağım olmadı ama güneşi yüreğimin içinde hissettim. Ve işte o anlarda güneşimi çalan gölgelerden nefret ettim.
Getirildiğim adliye binasının pencerelerine uzattığım bakışlarımla taradığım gökyüzünde;

Güneşi aradım!

Kuşları aradım!

Ağaçları, çiçekleri aradım!

Güneş, pencerelerin aksindeki bir istikametteydi.

Pencereden görülmüyordu güneş ama olsun, ışığıyla aydınlattığı gökyüzünün maviliği görünüyordu ya. Gökyüzü gülümsedi bana. Bu maviliği ve bu mavilikte yüzen kuşları seyrettim uzun uzun. Çektiğim acıları, dalıp gittiğim bu maviliğin içinde boğarak huzuru yaşadım adeta.

Ağaçlar, çiçekler, kuşlar, güneş ve gökyüzünün maviliği derken, hâkim önündeydim. Bana ait kimlik bilgileri faslını takiben işlediğim suçlar(!) okundu yüzüme. Okunduğunda öğrenebildiğim ne de çok suçum vardı! Hem bu suçları işlediğime dair kim olduğunu, neyin nesi olduğunu bilmediğim bir de şahit bulmuşlardı bana!

Devlet karşıtları olan öğrencilerin girdikleri sınavlara kopya taşımıştım!

Üniversitedeki görevimi kullanarak devlete karşı bir örgütlenme için çalışmıştım!

Devlete ve düzene karşı muhalefet etmiştim!

Devleti ve düzeni yıkmak amacı ile mevcut yönetimi kötülemiştim!

Sözüm ona şahidin şahitliği ile okunan suçlarım bu şekilde uzayıp gitti. Bana yüklenmeye çalışılan bu suçlara karşı verebileceğim cevap, bir tebessümden ötede değildi. Söylenenler çok gülünçtü ama bu söylenen suçları kabul etmem için hâkim tarafından da uyarıldım hani. Hâkim, suçları kabul etmemem halinde beni hücreme geri göndermek zorunda kalacağını, ama kabul etmem durumunda cezamı kesip hapishaneye yollayacağını söyleyince bir güzel düşünmeye başladım.

İçinde bulunduğumuz tarihi, adliyeye getirildiğimde öğrenmiştim. 2011 yılının Haziran ayındaydık ve zamanın kaybolduğu o lanet olası hücrede tam dokuz aylık bir süreyi geçirmiştim demek ki... Gece ile gündüzün birbirine karışarak ayrışmadığı, bir dilim ekmek ve bir parça helvaya tuvalet musluğundan temin edilebilen suyun eşlik ettiği ve davetsiz misafirlerin şefkat(!) dolu ziyaretlerine sahne olan o hücreye dönmek istemiyordum.

Aslında asıl suçumun ne olduğunu daha iyi anlamıştım. Devletin güvenlik birimlerinden gelen birlikte çalışma teklifini reddetmekti asıl suçum ama bu ret, Suriye yasalarına göre suç değildi. Devlet güvenlik birimlerinin teklifini kabul etmemiş olmakla aldığım pozisyon, hâkimin okuduğu bütün suçları içinde barındırıyordu demek ki. Ve bir fare gibi tıkıldığım hücreye geri dönmeme arzusu, artık ne olursa olsun cesaretini yükledi bana.

Kabul ettim!

Hâkimin okuduğu bütün suçlamaları kabul ettim…

Hiç işlemediğim suçların bana ait olduğunu kabul ettikten sonra cezam kesildi. İşlediğim suçlar(!) için beş yıllık bir ceza kesen hâkim, sabıkasız olmam ile mahkemedeki iyi halimi hafifletici neden olarak gördü ve bu cezayı iki buçuk yıla indirerek kararı yüzüme okudu. Verilen bu kararı da tebessümle karşıladım. Başka da ne yapabilirdim ki…

Dokuz aylık hücre hapsimden arta kalan cezayı çekmek üzere hapishaneye nakledildim. Önceki yerime kıyasla beş yıldızlı oteli andıran hapishanedeki ilk işim, ailemi aramak oldu tabi. Tarih 15 Haziran 2011’i gösteriyordu. Hapishanedeki ilk günümdü. Hapishanede bulunan mahkûmların isyanına tanık oldum bu kez. Müebbet ceza almış olup hapishanede lider konumunda bulunan bir Kürt mahkûm, hapishane komutanı tarafından tek hücre hapsine alınmıştı. Buna karşı çıkan 2000 kadar mahkûm da bu liderlerini hücre hapsinden kurtarmak için ayaklanmıştı işte. Bu anlamda çok hareketli geçen ilk günümün sonunda, hapishane yönetimi isyan eden mahkûmların talebine riayet ederek geri adım atmak zorunda kaldı ve ilgili mahkûmun hücre hapsini bitirdi.

Hareketli geçen ilk hapis günümün ardından çok kısa bir süre sonra, ailem ziyaret etti beni. Hayatta olduğumun verdiği sevinçle bana sarılan anneciğim, içinde bulunduğum koşulların üzüntüsünü bu sevince karıştırmadı hiç. Uzun uzun sarıldı ve uzun uzun kokladı beni annem.

Hapishane ortamı, dış dünyadan haberdar olma olanağını da tanıyordu bizlere. Daha önce tutulduğum hücrenin karanlığıyla cebelleştiğim sıralarda başlamış olan Dera olaylarını da burada duydum ve elbette ki imkânlar dâhilinde takip etmeye başladım. Aldığım haberler, olayların bir çatışmaya döndüğünü ve büyük bir hızla ülke geneline yayıldığını gösteriyordu. Ülke geneline yayılan çatışmalı ortamdan, içinde bulunduğum hapishane de nasibini almaya başladı ve kısa bir süre sonra, mahkûmların sayısı yedi binlere kadar çıktı. Hapishane’de televizyon vardı ve haber programlarını takip ediyorduk ama bu haberlerde her yer güllük gülistanlıkmış gibi gösteriliyordu. Ancak hapishaneye yeni getirilenler, yönetime karşı baş gösteren isyanın fazlasıyla büyüdüğünü ve ülkenin her tarafına yayıldığını anlatıyorlardı. Özellikle de Türkiye sınırında olan Telabyaz mıntıkasının çok karıştığını, bir kısım askerin ordudan koparak Özgür Suriye Ordusu’nu kurduğunu da bu yeni mahkûmlardan öğrendim. Ülkedeki her şey toz dumandı demek ki. Hapishaneye getirilen yeni mahkûmların bir kısmı, yeni kurulmuş olan Özgür Suriye Ordusu ile bağlantılıydı.

Hapishanedeki giriş çıkışlar her geçen gün daha da yoğunluk kazanıyordu. Gidenlerle boşalan yerler, hemencecik doluyordu. Gelenlerin getirdikleri haberler, çatışmalı ortamın her tarafa yayıldığını gösteriyordu. Gelen haberler üzerine yapılmaya başlayan yorumlar, mahkûmların tüm zamanını alıyordu. Uyku saatleri dışındaki bütün zamanlarda, herkes ülkede yaşanan isyanları konuşuyordu. Hiçbir suçum ve günahım olmadan dört duvar arasında sıkışıp kaldığım günler, aylar bu şekilde uzayıp gitmeye başladı.
2012 yılının oruç ayına girmeden birkaç gün öncesiydi. Özgür Suriye Ordusu taraftarı olan mahkûmların öncülüğü ile farklı bir hareketlilik yaşanmaya başladı. Kısa bir süre içinde, bu hareketliliğin ne anlama geldiğini bütün mahkûmlar öğrendi tabi. Bir isyan organizasyonu söz konusuydu ve bu isyana herkesin katılması isteniyordu. İsyanın başlamasıyla Esed güçlerinin hapishaneye müdahalesi sağlanacak ve isyana müdahil olacak bu güçlerden kaynaklanacak olan boşluğu fırsat bilen Özgür Suriye Ordusu Halep’e girecekti. Alan olarak çok büyük olan hapishanede 7000 mahkûm vardı ve bunların tümü yapılmakta olan planlamaya sıcak bakıyordu.

Mahir Ali hikayesinin yazı serisi devam edecek....

Editör: Aydın

Yorum Yaz