diorex

Tarihe karışan ve meydan okuyan meslekler!

Gelişen teknoloji ve devasa alış veriş merkezlerinin yaygınlaşmasıyla unutulmaya yüz tutmuş meslekler her geçen gün daha da eriyor. Taş ustacılığından antikacılığa, kalaycılıktan değirmenciliğe, emanetçilikten semerciliğe kadar yüze yakın mesleğin çoğu tarihe karışırken bazıları ise direnmeye devam ediyor.

  • 06.11.2015 02:05
Tarihe karışan ve meydan okuyan meslekler!
Teknolojinin ilerlemesi, sanayinin gelişmesi, nüfusun çoğalması gibi pek çok etken sosyal hayatı ve siyaseti belirlerken bazı mesleklerin doğmasına bazı mesleklerin de yok olmasına sebep oluyor. Bu nedenle günümüz telaşı içinde biraz soluklanalım ve zaman ilerledikçe geride neler bırakıyoruz yakından bakalım istedik.

Dünya çok hızlı dönüyor. Teknoloji akıllara durgunluk verecek şekilde gelişiyor, ilerliyor. Alışkanlıklar, yaşam biçimleri, tüketim kalıpları sürekli değişime zorlanıyor, değişiyor. Hızla değişen yaşamın an 'larını yakalayıp gelecek nesillere aktarmak, ancak sanatçı, yazar ve gazetecilerin bu görevi yerine getirmeleri ile mümkündür.
Kaybolan, eskiyen meslekleri ve sanatkârlarını yakından tanımak tarihsel gerçeklik olduğu kadar, sosyolojik ve psikolojik/duygusal zenginliktir. Bu meslek ve nesnelerin kayboluşunun nedeni, ekonomik koşulların değişmesinden kaynaklanıyor.
Kaybolan meslekler için seçilen sade mekânlar, bu mekânlarda dökülen göz nuru ve alınterinin mübarekliğiyle harmanlanan yoğun emek, her zaman anılmaya değer. Akıl hünerinin birer nişanesi olan bu mesleklere karşı nankör olmamalıyız: Zarafet, ince işçilik, dikkat ve titizlik isteyen bu meslekler, bizleri eski zamanlara bağlayan çok önemli bağlardan biridir. Bu meslekler eski kültürümüzün birer birikimidir: İçlerinde çok şeyi saklamaktadırlar. Ama ne yazık ki; kaybolan veya kaybolmaya yüz tutmuş, unutulan bu meslekler kimimizin belleğinde tatlı bir anı, kimimizin de belleğinde kaydı olmayan veya sadece ses duyum yoluyla duyulan bir sözcüktür.
Bugün taşçılık, hattatlık, değirmencilik, şerbetçilik, karcılık, dokumacılık, goşkarlık, çömlekçilik, demircilik, kalaycılık, tenekecilik, nalıncılık, hancılık, nalbantlık, çulculuk, sepetçilik gibi meslekler değişen ekonomik koşulların bir sonucu olarak seri üretime, robotlara, makinelere yenik düştü. Birer birer tarihteki yerlerini aldı ve alıyorlar.
Uzun süre görülmeyen, duyulmayan, konuşulmayan, dokunulmayan şeyler zamanla unutulur, belleğin karanlık noktalarında kalır. Düne takılıp kalmadan, bu karanlığı birazcık aralamak istiyorum. Sanayi toplumu olmanın, kentleşmenin ve de gelinen teknolojik seviyenin bir sonucu olarak kaybolan veya unutulan bazı meslekleri muhabirimiz sizin için derledi.

İşte o meslekler;
Taş işlemeceliği
İnşaatlarda taş kullanıldığı zaman taşları yontan, kesen, süsleyen ve üzerine yazı yazan ustalara taşçı , taş ustası , taş yontucusu denir. Taş yontucuları, ufacık elleri ve yufka yürekleriyle ağır, şekilsiz, kocaman taşlara biçim verirler.
Taş yontucusunun taşa vurduğu her çekiç, taşın ruhunu biçimlendirir. Taş ocaklarından kaba olarak çıkartılıp getirilen taşların kabası, taş ustaları tarafından balyoz ve çekiç yardımıyla alınır. Taş sert taşsa gönye (cetvel), murç (bir nevi ucu sert büyük demir çivi) ve çekiçle; yumuşak (örneğin Hilvan yöresinden getirilen yumuşak türden taş) ise, gönye, çekiç ve tarak denilen çelik ağızlı aletlerle düzgün hale getirilir. Gerekirse üzerlerine çeşitli desenler, yazılar yazılır.
Taşçılar; binaların yapımında, binaların kapı ve pencere taşlarının yapım ve süslemesinde, köprü inşaatlarında, mezar taşı yapım ve yazımında aranan ve çok değer verilen ustalardı.
Taşçılıkta en zor şeylerden biri kilit taşı nın yapımı ve yerine yerleştirilmesiydi.
Tuğla sanayinin gelişmesi, çirkin briketlerin yaygın olarak kullanımına başlanması, beton ve beton türevi yapı malzemelerinin daha kolay uygulanabilmesi ve daha ekonomik olması yüzünden bu meslek kaybolmaya başladı. Günümüzde sayıları çok azalmış olan taş ustaları, eski taş yapıların restorasyon (yenileme) çalışmalarında, zevk sahibi kişilerin lüks konut veya işyerleri yapımlarında ancak aranır olmaktadır.
10 bin yıl önce Taş Çağı'nda, yani Neolitik Dönem'de,ilk köyü kuranlar, ilk evleri yapanlar, ilk kerpici dökenler, çay ve volkan taşlarından ilk süs eşyalarını yapanlar insanoğluna yeni ufuklar açmıştır. Taşçılık daha sonra sanatsal ve törensel yapıların yapımında çok önemli bir işlev kazanmıştır. Saraylar, tapınaklar, minareler, türbeler, mezar taşları hep onların elleriyle süslenmiş veya süsledikleri taşlardan yapılmıştır.

Saat Tamirciliği
Saatin ilk defa seri olarak üretilmesi yaklaşık iki yüzyıl önce ABD’de oldu. Seri üretim ile birlikte yaygınlaşan saat kullanımı günümüzde yerini cep telefonuna bıraktı. Şimdilerde saat takmak bir zevk işi. Saati öğrenmek için illa saat kullanmak gerekmiyor. Bu nedenle de eskilerde çok revaçta olan saat tamirciliği işi, tarihe ha karıştı ha karışacak.

Hattatlık
Hat , Arapça çizgi demektir. " İnce, uzun, doğru yol, birçok noktaların birbirine bitişerek sıralanmasından meydana gelen çizgi, çizgiye benzeyen şeyler ve yazı '' gibi anlamlara gelir. Bu kelime özellikle İslam kültüründe, yazı ve güzel yazı manalarında kullanılmıştır. Hüsni hat , estetik kurallara bağlı kalarak, ölçülü ve güzel yazma sanatıdır; fakat İslam yazıları için kullanılan bir tabirdir. İslam yazılarını güzel yazma ve öğretme hünerine sahip sanatkâra hattat , bu sanata dahattatlık denilmiştir.
Hat, sözün veya ruhta cereyan eden fikir ve duyguların, alfabe ve yazı vasıtaları ile resmedilmesidir.
Hat sanatı Arap harflerinin 6. yüzyıl ve 10. yüzyıl arasında geçirdiği bir gelişme döneminden sonra ortaya çıkmıştır. Anadolu halkları Müslüman olduktan ve Arap alfabesini benimsedikten sonra hat sanatıyla ilgilenmeye başlamıştır.
Hat sanatı en parlak dönemini Osmanlılar zamanında yaşar. 19. yüzyılda ve 20. yüzyıl başlarında da bu parlak dönemini sürdürür, ama 1928 yılında Latin alfabesine geçilmesiyle yaygın bir sanat olmaktan çıkıp yalnızca belirli eğitim kurumlarında öğretilen geleneksel bir sanat durumuna gelir, unutulan mesleklerden ya da sanatlardan biri olur.
Hat sanatında da yazının temel aracı kalemdir. Hat sanatında kalem olarak daha çok kamış kullanılırdı. Kamışın ucu yazılacak yazının kalınlığına göre makta denilen sert maddelerden yapılmış altlığın üstünde eğik olarak tutulur ve kalemtıraş olarak adlandırılan özel bir bıçakla yontulurdu. Celî yazılar ise ağaçtan yapılmış kalın uçlu kalemlerle yazılırdı. Çok ince yazılar için madeni uçlar da kullanılmıştır. Hat sanatında kullanılan mürekkep de özel olarak hazırlanırdı. Yağlı isin çeşitli katkı maddeleriyle karıştırılmasıyla elde edilen bu mürekkep akıcı biçimde yazı yazmayı sağlar, yanlış yazma durumunda da kolayca silinirdi. Hat sanatında kullanılan kâğıtlar da özeldi. Mürekkebi emip dağıtmaması, kaleme akıcılık sağlaması için kâğıtlar âhar denilen bir maddeyle saydamlaştırılırdı.
Hattatlar, yüzyıllar boyu usta-çırak ilişkisi içinde yetişmişlerdir. Hat sanatını öğrenmeye heveslenen kişi bir hattattan ders alırdı. Başlangıçta alıştırma niteliğinde çalışmalara dayanan ve meşk adı verilen bu dersler tek tek harflerin yazılışının öğrenilmesiyle başlar, harflerin birleşme biçimleriyle, sözcüklerin ve tümcelerin yazılış tarzlarının öğrenilmesiyle sürerdi. Ortalama üç beş yıl kadar süren bu eğitimin sonunda hattat adayı iki ya da üç hattatın önünde yazı yazarak bir çeşit sınav verirdi. Hattatlar bu yazıyı beğenirlerse altına imzalarını koyarlardı. Buna, başarı ya da izin belgesi anlamına gelen icazetname adı verilirdi. İcazetname almamış kişi hattat sayılmaz, dolayısıyla yazdığı bir yazının altına adını koyamazdı. (Kaynak: Dr. Hatice Aksu, www.osmanli.org.tr )
Hattatlar sanatlarını daha çok şahların, sultanların, padişahların, beylerin, paşaların yaşadığı, saray ve camilerin bol olduğu şehirlerde icra ederlerdi.
Müslümanlar resme sıcak bakmadıklarından, dahası mekruh saydıklarından Müslümanlar arasında resim ve heykel sanatı gelişmemiştir. Bunların yerine İran'da minyatür , Osmanlı'da hat sanatı gelişmiştir.

Nalbur
Dünün hırdavatçıları nalburlardı. Çivi kilit menteşe vb. inşaat işlerinde
kullanılan temel girdilerin satışı pazar ekonomisinin gelişimiyle daha da önem
kazandı. Nalburlar kent ve kasaba ekonomilerinin ayrılmaz parçasıydı. Çoğu
nalbur eşyası yurtdışından gelirdi.

Nalbant
Taşıma ve ulaşım sektöründe kullanılan hayvanların nallanması hayvan tırnakları altına demir parçası yani nal ya da nalça çakılması nalbantlığı yaygın bir hale getirmişti. Günümüzde otomobil lastiği ne ise nal da dünün Osmanlısında aynı işlevi görüyordu. Nalbantlar genellikle ulaşım güzergahlarında yer edinirdi.

Mestçi
Kundura ya da pabucun içine giyilen yumuşak ayakkabıya mest denirdi. Değişik türleri vardı. Devenin ayak derisinden yapılanına deve mesti yandan kopçalısına serhatlı mest denirdi. İç mekanların temiz tutulması mest giymeyi gerektiriyordu. Mestçi esnafı ayak ölçüsüne göre çalışırdı.

Sayacı
Saya ayakkabının yumuşak olan üst bölümü yani yüzüydü. Eskiden halk dilinde evlerin giriş kısmında ayakkabıların çıkarıldığı veya konduğu ufak bölüme de saya denirdi. Zamanla ayakkabı anlamında kullanılmaya başlandı. Sayacı dünün ayakkabıcısıydı. Yaygın bir zanaattı. Geniş bir müşteri kitlesine hitap ederdi.


Değirmencilik
" İnsan sadece ekmekle yaşayamaz, ama her şeyden önce ekmekle yaşar "- M. Malinowski.
Buğday, arpa, mısır, darı gibi tahılların öğütülerek un haline getirildiği yerlere değirmen , bu gibi yerleri işleten veya çalıştıranlara da değirmenci denir.
Değirmencilik dünyanın en eski ve hayatî mesleklerinden biridir, ama bugün yok olan mesleklerin başında gelmektedir.
Yapılan arkeolojik kazılar sonucu ele geçen buluntular arasında, günümüzden yaklaşık 10.000 yıl önce kullanılan, el değirmenlerinin ilk modelleri olan havan eller de yer alır. Bulunan bu bazalt öğütme taşları, değirmenciliğin bilinen ilk örneğidir. Çayönü insanları, tahılları bazalt taşları üzerinde öğütmek suretiyle un haline getiriyorlardı. Bu değirmenlerin daha gelişmiş hali olan El Değirmenleri yakın zamana kadar kullanılmaktaydı.
El değirmenleri ortalama 50 cm . çapında, 15 cm . yüksekliğinde, yuvarlak, üst üste iki sert taştan oluşur. Alttaki taşın tam ortasında dökülmüş kurşunla tutturulmuş çelik bir mil bulunur. Üsteki taşın ise ortasında yaklaşık 7- 8 cm . çapında oyulmuş bir boşluk olur. Ayrıca üst taşın üzerinde yine dökülmüş kurşunla tutturulmuş çelik bir çevirme kolu bulunur. El değirmeni çalıştırılacağı zaman, üste gelecek taşın oyuk deliği alttaki taşın miline geçecek şekilde değirmen taşları üst üste konulur. Alt taş sabit kalır, üsteki taş çevirme kolu sayesinde alttaki taşın üzerinde yatay olarak çevrilir. Bu çevirme esnasında üsteki taşın ortasındaki boşluktan ne öğütülecekse yavaş yavaş elle dökülür. Kolla birli, ikili ve hatta üçlü değirmen çevrilir. İki taşın arasından öğütülen şey öğütülmüş haliyle çıkar. Bu tip değirmenlerde genellikle pilavlık bulgur, içli köfte ve çiğ köfte bulguru, yarma, mercimek öğütülürdü. Öğütülmüş bulgurun unundan da lapa yapılırdı.
Değirmenler eskiden insan gücünden, hayvan gücünden, su ve rüzgâr gücünden yararlanılarak çalıştırılırdı. Şimdi eskisi gibi değirmenler yok; var olanlar da elektrik enerjisiyle çalışmaktadır. Değirmenlerin yerini un fabrikaları aldı.
Değirmenlerde tahıllar değirmen taşlarında öğütülür. Değirmen taşları yuvarlak olup iki tanedir. Altta olan sabittir. Diğeri sabit olanın üzerinde yatay düzlemde döner. Tahıl dönen taşın ortasındaki bir delikten, sabit taşın merkezinden dışarı doğru uzanan oluklara beslenir. Oluklardan, taşın düzgün yüzeyli öğütme bölümüne aktarılan tahıl burada un haline getirilir. Değirmen taşının yıpranan olukları zaman zaman çelik taraklarla yeniden derinleştirilir ve öğütme bölümünün pürüzlenen yüzeyi düzleştirilir. Tahıllar genellikle yük hayvanlarıyla değirmene götürülürdü, bazen de insanlar öğütülecek tahılı sırtlarında götürürlerdi. Çok sonraları traktör ve benzeri motorlu taşıtlardan da yararlanılmaya başlandı.
Ğurs bölgesinde daha yakın zamanlara kadar çok sayıda değirmen vardı. Bu değirmenler genellikle Ğurs çayı üzerinde su ile çalışan değirmenlerdi. Değirmenler, insanlar için en büyük nimet olan ekmeğin hammaddesi unun elde edildiği yerler olduğu için, mübarek yerlerdi.

Orakçı ve Tırpancı
Orak , ekin ve ot biçmede kullanılan, yarı çember biçiminde, yassı, ensiz keskin ağızlı bir bıçak ve bu bıçağa bağlı bir saptan oluşan bir tarım aracıdır. Orağı kullanana, orakla ot, arpa, buğday gibi tarım ürünlerini biçenlere orakçı denir.
Tırpan ise, uzun bir sapın ucuna tutturulan, ot, arpa, buğday gibi ekinleri biçmeye yarayan hafifçe kıvrık, uzun çelik bir bıçaktır. Tırpan sallayanlara, tırpan atanlara, yani tırpanla ot, arpa, buğday gibi tarım ürünlerini biçenlere de tırpancıdenir.
Orak kullanımı çok eskidir. Günümüzden 10 bin yıl önce insanlar orağı kullanmışlardır. Ot saplarını ve buğday saplarını kesmek için kaburga kemiği içersine özenle yerleştirilmiş çakmaktaşlarının özel bir biçimde tutturulmuş olmaları, bunların orağın yaptığı işlere benzer işlerde kullanıldıklarını kanıtlar. Hayvanların çene kemiklerine çakmaktaşları yerleştirilerek de orak yapılmıştır. Çayönü'nde yapılan kazılarda 6 adet boynuzdan orak, 1 adet çakmak taşından orak taşı, 5 adet boynuzdan orak sapı bulunmuştur.
Böylesine çok uzun yıllar köylülerin, çiftçilerin tarlasında, bağında ve bahçesinde kullandığı orak ve tırpan, insan gücünün yerini makinelerin alması sonucu artık tarihe karıştı. Emek ve zahmet gerektiren orak biçme ve tırpan sallama, çok az zamanda çok iş yapan traktör, biçerdöver ve ot biçme makinesi benzeri modern tarım araçlarının tarım sektöründe kullanılmaya başlanmasıyla yenik düştü: Orakçı ve tırpancılar işsiz kaldı. Üretim araçlarının değişmesi, üretim ilişkilerinin değişmesini beraberinde getiriyor. Böylece kapitalist üretim biçimi bölgemizde kaçınılmaz olarak tarım sektöründe de giderek egemen oluyor. " Beslenecek ağız arttıkça, ekecek el de çoğalır ", ama ekilecek toprak bulunmuyor. Bu süreç, köyden kente göçü ve beraberinde işsizlik ve yoksulluğu getiriyor.

Şerbetçilik
Meyve suyu, şeker veya meyan kökünden elde edilen içeceğe şerbet , bunu yapıp özel kaplarda satanlara da şerbetçi denir. Pekmezin sulandırılmışına da şerbet denilse de, bu şerbetle; meyve suyu veya meyan kökünden elde edilen şerbeti karıştırmamak lazım.
Sırtta taşınan özel şerbet kabı gügüm ya sarı bakırdan ya da galvaniz sacdan yapılır. Şerbet sıcak aylarda satıldığından, soğuk kalması için, çok eskiden içersine kar atılırdı. Elektrik kullanımının yaygınlaşması ve her türlü soğutucuların imal edilişi sonucu, sonraki yıllarda buz atılmaya başlandı. Şerbetçi kabının yanında bir özel kap daha bulunurdu. Bu ufak kap, su matarası da olabilir. Şerbetçi müşteriye şerbet vermeden önce bardağı bu mataranın suyuyla ya yıkar ya çalkalardı. Bir de şerbetçinin beline takılan süslü, gümüşi madenden yapılmış bardakların konulduğu ve tasların zincirle bağlı olduğu bele takılan bardak göğüslüğü bulunurdu.
Şerbetçi meydanda, caddelerde şerbetini satarken; kendi sesini sarı bakırdan yapılmış küçük çıncın tasını şerbet kabının musluğuna veya tasları birbirine vurarak çıkarılan sesle ustalıklı bir uyum sağlayarak satışına törensel bir hava verirdi.
Merkez'de benim hatırladığı kadarıyla en çok vişne şurubu, limonata ve meyan şerbeti yapılırdı. Yapılan bu şerbetler kahvelerde, parklarda; gezgin şerbetçiler tarafından da sokakta satılırdı. Yazları özel olarak evlerde, Ramazan aylarında, dini bayramlarda, nişanlarda, düğünlerde de şerbet yapılır ve hane halkına, misafirlere ikram edilirdi.
Şerbetlerin içersindeki meyve, şeker ve su oranlarının ne oranda olacağı ve hijyenik koşullarda yapılıp yapılmadığı ustanın hüner ve vicdanına kalmış bir şeydi; ustanın işine karışılmazdı! Burada şunu da yazmam gerekir; meyve yerine, meyve aroması veya boyadan yapılmış olan şerbetler hakiki meyveden yapılmış şerbet gibi satan vicdansızlarda çoktu.

Vişne şurubunun yapılışı:
Önce taze vişne veya kurutulmuş vişne meyvesi yıkanır. Bir kabın içersinde üzerine toz şeker dökülür. Sonra elle iyice sıkılır ve su ilave edilir ve ince bir süzgeç veya tülbentle bir başka kaba süzülür. İsteğe bağlı olarak içersine çok az limon tuzu ve çok az yemek sodası da atılabilinir. En sonunda içersine kar veya buz atarak ya da bir soğutucuda soğutularak evlerde ikramı, işyerlerinde satışı yapılır.

Limonatanın yapılışı:
Limon temizce yıkanır, sonra hem kabuğu hem de iç yemiş kısmı bir kaba rendelenir. Üzerine toz şeker dökülür. Sonra elle iyice sıkılır ve su ilave edilir. İnce bir süzgeç veya tülbentle bir başka kaba süzülür. Limondan tasarruf etmek isteyen bazı meslek erbapları bu karışımın içersine bol miktarda limon tuzu katarlardı: Ucuza limonata elde etmek için.
En sonda vişne şurubunda olduğu gibi içersine kar veya buz atılarak ya da bir soğutucuda soğutularak evlerde ikramı, işyerlerinde satışı yapılır.

Meyan şerbetinin yapılışı:
Doğal olarak aktar veya baharatçılarda satılan Meyan kökü alınır. Kök, bir kabın içersine konulup üzerine su ilave edilir. Yaklaşık 5-6 saat beklenir, sonra meyan kökünün bulunduğu kaptaki sıvı temiz bir tülbentle veya ince bir süzgeçle süzülür. Elde edilen meyan şerbetidir. İçersine hiçbir şey katılmaz, ama isteyen içine çok az tarcın atabilir. Soğutulup içilmesi için ise, içersine sadece kar veya buz atılır ya da bir soğutucuda bekletilir.


Karcılık
Karcılık çok zahmetli bir iştir. Kışın yağan kar, dağlarda kayaların güneş almayan tarafında gölgelik kısımlarda istiflenip saklanarak yazın kavurucu sıcağında içilecek suyun, ayranın veya şerbet gibi içeceklerin içine atılırdı. Ayrıca dondurma yapımında kullanılırdı.
Yazları içine kar atılmış soğuk içecekler sıcak havalarda yürek ferahlatırdı.
Kar basarken, önce dağda kayaların dibinde veya oyuğunda güneşten fazla etkilenmeyen bir yerinde yer seçilir. Seçilen bu yerin taşı ve toprağı atılır, yer temizlenir ve düzeltilir. Üzerine saman ve tuz serpilir. Sonra bu düzeltilen yerin üzerine bir kat kar, bir kat tuz atılır ve küreğin tersiyle, loğla sıkıştırılır. Bu sıkıştırılmış kar yığınının üzerine bir kat daha kar atılır ve tekrar bunun da üzerine tuz serpilir ve aynı şekilde sıkıştırma yapılır. Her kat kar atımında bu işlem aynen tekrarlanır. Düzenlenen yerin hacmi dolunca, kar yığınının üzerine tekrar tuz serpilir ve kar yığınının tümü üzerine kalınca saman serilir. Ve bu defa saman sıkıştırılır. Böylece kar yığını hazırlanmış olunur.
Yazın kar yığınından kar çıkartılacağı zaman da, önce saman kar yığınının üzerinden sıyrılır, sonra kar testereyle kalıp şeklinde kesilir ve bir telise sarılarak yük hayvanlarına yüklenerek meydanda satılmak, dondurma yapılmak üzere ve de lokantalara, kahvelere satmak için çarşıya getirilirdi.
Kar basmada tuz iki nedenden dolayı kullanılmaktaydı. Birincisi, kar çabuk erimesin. İkincisi de, kar kurtlanmasın diye. Peki, kar kurtlanır mı? Bunu Karcı Edo'ya (Adnan Ergezer'e) sormalı.
Elektriğin yaygın kullanımı sonucu önce buzhaneler çıktı, sonra da her tür ve boyda buzdolapları... Buzhanelerde buzun bolca üretilmesi ve ardından buzdolaplarının evlerde en çok aranan bir gereç olması karcılığın ölümüne oldu.

Dondurmacılık
Dondurma; süt, süt kaymağı, şeker, damla sakızı ve tatlandırıcı hoş kokuların belli oranda karıştırılıp bir kap içinde sürekli karıştırılarak yapılan dondurucu bir yiyecektir. Sade yapıldığı gibi meyveli, çikolatalı ve vanilyalı gibi çeşitleri de vardır.
Karışım, tatlandırıcılarla birlikte, çevresine tuz, kar veya buz konulmuş bir kaba dökülür. Kabın içersindekiler bir el manivelası ile dondurma donuncaya kadar çalkalanır, dövülür. Böylece dondurmanın havayı emmesi ve buz kristallerinin istenen boyutlarda olması sağlanır. Dondurma sakız gibi uzayan, kolay kolay erimeyen bir durum alır.
Elde edilen dondurma, etrafı kar veya buzla beslenmiş bir soğuk kabın (tahta fıçının) içinde muhafaza edilir. Bu kabın içinden yenileceği zaman servis yapılır.
Ağzımızı tatlandıran, sıcak yaz günlerinde içimizi ferahlatan ve bugün çok değişik aromalardan yapılan dondurmanın tarihi çok eskidir. Marco Polo (1254-1324), Çin gezisinden dönüşünde Avrupa'ya yanında meyveli dondurma getirmiştir.
Elektrik kullanımının ve makineleşmenin yaygınlaşması ve de çok hızlı bir biçimde teknolojinin gelişmesi sonucu bugün dondurma çeşidi çok arttı; dondurma yapımında yoğun emeğin yerini yoğu teknoloji aldı; birim zamanda üretilen dondurma miktarı devasa boyutlara ulaştı. Bugün el yapımı dondurmalar, yerli fabrikasyon tipi dondurmaların; yerli fabrikasyon tipi dondurmalar da, yabancı markaların karşısında ayakta kalma mücadelesi vermekte. Ama üstün teknoloji ve tekelci sermaye karşısında pek fazla şansları yok.

Dokumacılık
isterim ki
ipek elli dokumacı kızın gergefindeki her yeni nakış
sevdaların buluştuğu bir gül bahçesi olsun

Dokumacılık çok eski ve önemli mesleklerinden biridir.
Dokuma tezgâhlarının boyutları çok değişkendir. Ama yaklaşık olarak boyu 2,25 m . boyunda, 1,60 m eninde ve 2 m . uzunluğunda olurdu. Tezgâhlar atkılar, taraklar, pedallar, def, mekikden... oluşurdu.
Dokumacılıkta ilmikler tek tek değil, boydan boya atılan atkılarla dokunur. Keleflerde/çıkrıklarda sarılmış, yani kelef/yumak haline getirilmiş iplikler tezgâhta tek sıra halinde atkılara gerilir. Elle atılan mekiğin iplikleri, çözgülerin arasında gider gelir. Dokumacı tezgâh altında bulunan pedala sağ ayağıyla bastırınca ön tarak aşağı iner; o anda sağ elle mekik tarakların arasındaki boşluktan sol tarafa atılır ve sol elle mekik yakalanır, sağ elle tarağı kendisine taraf çeker. Ardından sol ayakla pedala bastırılır, ön tarak yukarı kalkarken arka tarak aşağı iner ve o anda sol elle mekik tarakların arasındaki ipliklerin arasından sağ tarafa atılır, sağ elle mekik yakalanırken, sol elle de tarağı kendisine taraf çeker. Bu işlemler seri ve çok hızlı bir biçimde yapılırdı. Mekiğin gidip gelişi ve tarağın defe her vuruşuyla yavaş yavaş bez ve bez üzerinde desenler oluşturdu.
Bu tezgâhlarda çeşitli renk ve boyutlarda dikilip biçilen giysi bezleri, sofra bezleri, el havluları ve şire bezi dokunurdu. Başlanmadan önce iplerin şirez lenmesi, kurutulması, sonra da çıkrıklarda sarılmaları gerekir.
Çıkrık , tahtadan yapılmış elle çalışan ilkel bir iplik eğirme ve sarma aletidir. İplik kelefleri/yumakları bu aletle yapılır.
Çıkrık, iki ayak arasında dönen bir büyük kasnak ve bu kasnağın döndürdüğü ığ den meydana gelir. Çıkrık bir elle çevrilirken, diğer elle de ip tutularak ipin düzgün kelef olması sağlanır.
Marangozhanede özel olarak yapılan ve üzerine iplik sarılan içi delik ahşap ya da kendir sapına terdek ; terdeğin üzerine ip sarılmış ve mekikte kullanılabilir haline de masura denir.
Dokumacılık, tekstil sektörünün gelişmesi sonucu yok olan mesleklerden biri haline geldi. Şimdi turistik amaçlar için, otantik ve folklorik değerleri yaşatmak için bazı bölgelerde veya yerlerde bu meslek yeniden diriltilmeye çalışılıyor.

Yemenicilik çok özen isteyen bir zanaattı.
Yemenicilikte kullanılan deriler yalnızca sumak veya mazı ile tabaklanır, kimyasal maddeler kesinlikle kullanılmazdı. Dikişler çelikten yapılmış ucu sivri delici bir alet olan biz yardımıyla çift iğne kullanılarak mumlu iple, yani gınnap/kırnap iple tersinden dikilirdi, daha sonra da düz tarafı çevrilirdi. Vücut elektriğini (statik elektriği) alsın diye, astar ve taban arasına kil tabakası konulup öyle dikilirdi.
Yemeniler, tamamı el emeği olan, koku ve mantar yapmayan kullanışlı, ortopedik ve hafif ayakkabılardır.
Keski, balmumu, gınnap, iğne, biz, çekiç, kütük goşkarlıkta başlıca malzemelerdendir. Bu meslek, sanayileşme ve ayakkabı sektörünün gelişmesi sonucu öldü. Eskiden yemenici olanlar önce kunduracı , daha sonraları ise ayakkabı tamircisi oldular.

Çömlekçilik
"Bir testi aldım çarşıdan ucuza;
Gizli gizli neler anlattı bana;
Bir şahdım, dedi; altın kupam vardı;
Şimdi neyim? Testi oldum şaraba." - Ömer Hayyam

Fırınlanarak yapılan kilden eşyalara çömlek , bu işi yapanlara da çömlekçi denilir. Çömlekçi, dikey bir mil üzerinde hızla dönen çarkın/diskin tam ortasına konmuş biçim verilebilir kıvamdaki bir balçık/çamur parçasından çeşitli nesneler yapan zanaatçıdır. Dikey dönen bu çark/disk sayesinde nesneler çok çabuk yapılır. Uzman bir el dahi çarkla bir iki dakika içersinde yapılacak nesneyi çark olmaksızın elle yapılması halinde ancak 2-3 günde yapabilir. Balçıktan yapılan küp, güveç, habene/testi, kâse, saksı ve düdük gibi nesneler kuruduktan sonra kümbet biçiminde yapılmış fırınlarda pişirilir. Sonra da satışa sunulurlar.
Çömlekçilik çok çok eski bir meslektir.
Bugün Anadolu ve Mezopotamya'da yapılan arkeolojik kazılarda en çok çanak-çömlek buluntularına rastlanılması bundandır. Bilim adamları tarihöncesi dönemleri anlatırken Birinci Neolitik Dönem, Çanak-Çömlekli Dönem ve Çanak-Çömleksiz Dönem olarak ele alıp incelerler. Bilim adamlarına göre, Neolitik Dönemi'nde toprağa bağlılık çok yavaş gerçekleşse de, toprağa yerleşim ve bağlılık insanları yeni keşiflere itmiştir. Birinci Neolitik Dönem 'in başlamasıyla, yani göçebe insan toplulukları yerleşik düzene geçmeye başlayınca, avcılık ve hazır toplayıcılığın yanında yaban hayvanlarını evcileştirme ve yabanî tahılları ekip-biçme de öğrenilmeye başlandı. Sonra taneleri öğütmek için geniş ve ağır taşların kullanıldığı değirmenlerin yapımı, tohumların saklanması için yeni yöntemler geliştirildi. Bu yeni yöntemlerle birlikte ilk çömleklerin yapımına başlandı.
Günümüzden yaklaşık 10 bin yıl önce yaşayanlar Hücre Planlı Yapılar Evresi 'nde taşın yanı sıra topraktan daha fazla yararlanmaya başlamışlar. Sadece yapılarında değil, diğer günlük kullanım araç-gereçlerinde de... Kerpiç çamurundan yapılmış kaba kaplar, kil ' tabakalar ', ev modelleri, küçük kil toplar vs. yapmışlar.

Demircilik
"Demirciler demir döğer tunç olur
Sevip sevip ayrılması (aman) güç olur"

M.Ö. 1400'lü yıllarda Mezopotamya'da demirin işlenmesi yaygınlaşmaya başlayınca, zamanla çeşitli alet ve silah yapımında tuncun yerini de almaya başladı. Ortaçağ'da ise, gündelik yaşamın tüm alanlarına girdi. Demir maden olarak yaygınlaştıkça başta bıçak, kılıç, balta, kalkan, mızrak ucu, gürz gibi silahların; çeşitli ev aletleri, şömine takımları, ocak, kafes, tava, kazan, kilit, hırdavat araç ve gereçlerin yapımında kullanılır oldu.
Tarihte ilk olarak demirin önemini Mitanni'ler kavramıştır. Tarihte, metal ve demir aletleri olan okuryazar toplumlar öteki toplumlar üzerinde ya üstünlük kurmuştur ya da onları yok etmiştir. Ayrıca antikçağda demir, özgürlüğü de temsil etmiştir. Ucuz demir, tarımı, endüstriyi ve savaşı demokratikleştirmiştir. Friedrich Engels; demir için " tarihte devrimci rol oynayan bütün ilkel maddelerin en önemlisidir " der; a,rdından, " Demir Çağı "nı " kahramanlık çağı " olarak nitelendirir. Bu bağlamda Kürt mitoloji kahramanı Demirci Kawa'yı burada anmak lazım.
Demirci Kawa: Zulme ve haksızlığa başkaldırının; isyan, ateş ve birliğin sembolüdür.
19. yüzyıla kadar demirden üretilen nesnelerin tümü körüklenmiş kor ateşte ısıtılan demirin örs üstünde çekiçle dövülmesiyle elde edilirdi. Bu gelenek 20. yüzyıla kadar da kısmen sürmüştür. Sanayileşme ve demir-çelik sektöründe dünya ölçeğinde tekelleşmenin başlaması demirciliğin sonunu getirdi. Demircilik, kaybolan çok önemli mesleklerden biridir.
Demirciler genellikle saban demiri, yaba demiri, tırpan, orak, çapa, kazma, balta, nacak, keser, dehre, bel gibi tarım, bağ ve bahçe işlerinde kullanılan araç ve gereçlerin yanında çekiç, balyoz, buğavi, nal, nal çivisi, çan, murç, kapı kilidi, kapı tokmağı, kapı çengeli gibi nesneler yaparlardı. Bunların büyük bir kısmını kış aylarında yapar ve baharda da satışlarını gerçekleştirirlerdi.
Demirciliğin birinci kuralı demiri tavında dövmektir. Demircilerin nefesleri kuvvetli, kolları güçlü ve kendileri de yürekli olur. Bütün hüneri örs ve çekiçte saklıdır. Demircinin hası çeliğe su vermesinden belli olurmuş.

Tenekecilik
Tenekeden çeşitli eşya yapan ustalara tenekeci denir.
Tenekeciler tenekeleri kesip biçer, onlara çeşitli şekiller verir, üzerlerine kabartmalar yapar ve lehim yaparak parçaları birleştirir.
Teneke yumuşak çelikten üretilen, üzeri kalay kaplı ince sacdır. Binalarda çortan, çatı olukları, soba, soba boru ve dirsekleri, maşrapalar, idare lambaları, huniler, fıskiyeler, pekmez ve yağ-peynir kapları... tenekeci ustaların hünerli ellerinden çıkan araç gereçlerden birkaçıdır.
Sac makası, tokmak, çekiç, örs, mengene, mangal, körük, lehim (kalay ve kurşun karışımı), nişadır (amonyak tuzu), havya (çekiç biçiminde ucu bakır alet), tuz ruhu (hidroklorik asit) tenekecilerin kullandığı araç ve malzemelerin bazılarıdır. Tenekeciler hidroklorik asitte çinko parçalarını eriterek çinkoklorür elde ederler. Lehim yapımında bu asiti kullanırlar.
Lehim yapılırken önce kömür mangalında havya ısıtılır ve sabun kalıbı biçimindeki nişadıra sürülür. Sonra lehime değdirilerek bir miktar lehim eriyerek havyanın uç kısmına yapışması sağlanır. Lehim yapılacak zemin veya nesne daha önce tuz ruhu ile temizlenmesi gerekmektedir. Bu işlem yapılmazsa lehim tutmaz.
Diğer kaybolan meslekler gibi tenekecilik de, gıda ve ambalaj sektörünün gelişmesi, maden kömürünün ısıtmada kullanılması ve kaloriferli ısıtma sistemlerinin refah nedeniyle tercih edilmesi gibi nedenlerden gözden düştü.

Kalaycılık
Kalay, gelişimini bakır kaplara borçludur ya da tam tersi, bakır kaplar gelişimini kalaya borçludur.
Kalayın bulunması bakırın mutfakta geniş ölçüde kullanımına neden olmuştur. Bakır kaplar tek başına kullanıldığında hava ile teması sonucu oksitlenmesi (kararması) ve yiyecek, içecekle teması sonucuyla da yüzeyde bakırsülfatın oluşması (yeşillenmesi) sonucu –ki buna yaşlılarımız cenk derdi- zehirlenmelere ve ölümlere neden oluyordu. Kalayın bakırla işbirliği, kalaycılık denen bir mesleği ortaya çıkarmıştır.
Bakır kapların üzerini kalayla kaplayanlara kalaycı denir.
Kalaylanacak kaplar önce örs ve çekiçle düzeltilir. Ezik ve kırık yerler düzeltilir, gerekirse yama veya kaynak yapılır. Sonra kum ve kömür parçaları ile temizlenir. Oksitlenen, kararan veya kalay yapılacak yerler parlatılır, yıkanır ve kurutulur. Bu iş için genellikle el ve ayaklar kullanılır. Kalaycılar elleriyle duvardaki veya en yakınındaki elle tutulacak şeylere tutunup, kalçalarını sağa ve sola çevirerek ayaklarının altındaki kapların temizliğini kum ve kömür tanecikleri yardımıyla yaparlar. " Ne kıvırıyorsun ?" sözünün buradan geldiği söylenmektedir.
Temizlenen kap, körükle harlanmış ateşin bulunduğu ocakta ısıtılır. Kalayın tutması için kabın içine toz nişadır atılır. Sonra kalay parçası biraz ısınan kaba sürülür, bir parça erimesi sağlanır. Büyük bir bez parçası yardımıyla eriyen kalay kabın kalaylanacak yüzeyine tamamen yayılır. Kalaylanma işi tamamlanıncaya kadar bu işleme devam edilir.
Bakırdan yapılmış kazan, teşt, sini, kuşhana, lengeri, tas, saplı, sahan, kırpıklı sahan, tava, tunç kulplu tava, cezve, sıtıl (bakraç) gibi ev ve mutfak gereçleri kalaylanırdı.
Bazı meslekler gibi kalaycılık da artık tükenme noktasındadır. Parlak zamanlarını bakırın mutfak eşyası olarak kullanılmasına borçlu olan kalaycılık, bakırın mutfaklardan çekilmesiyle meslek olarak sona yaklaşmıştır. Günümüzde melamin kapların, plastik kapların, emaye kaplamalı kapların, alüminyum kapların, porselen kapların ve daha çok da kullanım kolaylığı ve çeşit zenginliği nedeniyle paslanmaz çelik ve cam kapların geniş şekilde kullanılması bu mesleğe olan ihtiyacı ortadan kaldırdı. Kalaycılık ekmek kapısı olmaktan çıktı diyebiliriz. Turistlere yönelik bakır eşya imalatı az da olsa kalaycılığı biraz da olsa devam ettirmektedir.
Merkez'de benim tanıdığım Kalaycılar halim-selim ve sabırlı insanlardı.

Hancılık ve Nalbantlık
"Evlerinin önü handır
Yanar yüreğim külhandır"

Eskiden otel ve motorlu taşıt yoktu. Başka il ve ilçelerden yük ve binek hayvanlarıyla gelenler veya köylerden hayvanlarıyla ürünlerini pazarda satmaya getiren köylüler, hem kendileri, hem de hayvanlarıyla birlikte kervansaraylarında veya hanlarda kalırlardı. Han sahiplerine veya işletenlere hancı denirdi.
1960'lı, 1970'li yıllarda Merkez'de birçok han vardı. Her türlü ulaşım aracının gelişmesi ve motorlu taşıt araçlarının yaygınlaşması; otel-motel gibi konaklama yerlerinin her yerde yapılması nedeniyle kervansaraylar, hanlar tarihe karıştı.
Hanlarda, ayrıca atların, katırların, eşeklerin ayaklarına, daha doğrusu toynaklarına koruma amacıyla U şeklinde demircilerin yaptığı nal çakılırdı. Bu nalı çakan zanaatkârlara nalbant denirdi. Bazı hanlarda hancı aynı zamanda nalbantlıkta yapardı.
Ayaklarına nal çakılacak hayvan, handa önce bir yere yularından bağlanırdı. Sonra bir yardımcı hayvanın nal vurulacak ayağını geriye doğru kaldırıp tutardı. Nalbant, hayvanı okşayıp severek, hayvanın ayağına özenle bakarak tırnağını muayene ederdi. Tırnak fazlalıkları bir keskiyle alınır, tırnak altı düzeltilirdi. Daha sonra tırnak ölçüsü alınıp yanındaki nallardan uygun olanını seçerdi. Sırayla hayvanın ayağına, daha doğrusu tırnağına çivileri çakıp nalı tuttururdu. Bu şekilde hayvanın ayağına taş, çakıl benzeri sert cisimlerin batması, tırnağının aşınması ve acı çekmesi önlenmiş olunurdu. Nal çakılmadığında tırnak aşınır ve hayvan her adım attığında tırnak kısmındaki hassas dokular acıdığından hayvan acı çeker; iş ve yolculuk aksardı.
Nala çivi çakılırken hayvanın canı yanmazdı, ama bazı hayvanlara nal çakarken nalbantlar çok zahmet çekerlerdi.

Çulculuk / Hamallık
Çul: Beygir, katır, eşek gibi hayvanların sırtına yük bağlamak ve binmek için kullanılan ağaç bir iskelet üstündeki hasır/sazla doldurulmuş alt kısmı keçe, üst kısmı genellikle desenli kilim veya çul ile kaplanmış bir tür yatak tır. Çula, semer de denilir.
Çul yapanlara, çulcu veya semerci denir. Sırt hamallarının sırtlarında taşıdığı arkalığa da semer denir; bu iki semer birbirinden farklıdır, karıştırmamak lazım.
Eskiden göçebe toplumlar, kervanlar, seyyar satıcılar, köylüler... eşya ve yüklerini üzerlerinde çul/semer olan hayvanlar sayesinde kolaylıkla taşıyabiliyorlardı. Bu çul sayesinde hayvanların vücudu taşıdıkları yüklerden ötürü zarar görmeleri engellenmiş, korunmuş olunurdu. Ayrıca binicilerin at, katır ve eşek üzerinden düşmemesi ve/veya kaymaması da sağlanmış olunurdu.
Çulcunun ölçü birimi ya karışları veya çula attığı çentikleriydi. Çulu yapılacak hayvanın ölçüleri bunlarla alınırdı. İyi bir ustanın elinden çıkan çul, hayvanın sırtına vurulduğunda hayvana kesinlikle zarar vermezdi, bir takım elbise gibi hayvanın üzerine otururdu. Çulcular zaten kendilerini " hayvan terzisi " olarak nitelendirirlerdi.
İyi bir çulcu, hayvanın boyun bölgesine gelen kısmı dikerken dikiş aralarına mavi boncuk koymayı ihmal etmezdi.
Çul yapımında, ağaç iskeleler, keçe, kilim, hasır veya kamış, deri kemerler, gınnap/kırnap ve çeşitli ip türleri gibi malzemeler kullanılırdı. Çulcu çul yapımında iğne, çuvaldız, makas, keski, biz, keser, testere, çekiç gibi aletler kullanırdı.
Çul veya semer, bir zamanlar yük ve binek hayvanlarının vazgeçilmez bir donanımıydı. Binlerce yıl ulaşımda kullanılan at, katır ve eşeklerin yerini motorlu taşıtların alması; karayolu, demiryolu, denizyolu ve havayolu ulaşımının gelişmesi ve yaygınlaşması neticesinde çulculuk/semercilik kaybolan bir meslek durumuna düştü.

Sepetçilik - Küfecilik
Saz, kamış, buğday sapı gibi esnek dal veya liflerden yiyecek veya eşya taşımak için örülerek yapılan kulplu kaplara sepet , bunları yapanlara da sepetçi denir.
Bilim adamlarına göre, neolitik insanının kültür tarihine katkılarından biri de sepetçiliktir.
Sepetler kullanım alanlarına veya işlevlerine göre isimler alır: Üzüm sepeti, yumurta sepeti, çamaşır sepeti, çiçek sepeti gibi.
Sepetin kaba örgülü olanına küfe denir. Küfeler çeşitli adlar alabilirler: Hamal küfesi, zahire küfesi gibi. Küfeler zahire ambarlarında zahire saklanması veya tohumluk tahılların saklanması için de kullanılırdı. Küfeler, söğüt veya benzeri ağaçların dallarının yarılarak elde edilen dilimlerinin örülmesi ile yapılırdı. Sırtta taşınan küfelerde ayrıca kayış veya halat askılıklarda bulunurdu.
Sepetçilik ve küfecilik taşıma sektörünün gelişmesi, plastik ve plastik türevi maddelerden yapılmış benzer malzemelerin kolay ve seri yapımı, ekonomik oluşu nedeniyle bu meslek de öldü.
Sepet ve sepetçileri burada anlatırken, Kürt edebiyatında, bir aşk destanı olarak çok önemli bir yeri olan Zembîlfiroş 'u da burada anmak gerekir.
Bu destan, bir sepet satıcısının aşkını anlatır.
Rençber

Rençber ilk evrelerde çiftçi anlamına geliyordu. Ancak kentleşmeyle birlikte
bugün ırgat diye nitelenebilecek birçok işi üstlendi. Tarla bahçe yapı vb.
yerlerde kazma taş ve toprak taşıma gibi işleri yapan gündelikçi amele ve ırgat
o günlerin rençberleriydi.

Sepetçi

Plastikten önce su geçirmez kaplar topraktan ya da bakırdan yapılır diğerleri
saz kamış ya da ince dallardan örülürdü. Genellikle sapı olan yiyecek ve eşya
taşımak için kullanılan bu tür kapları sepetçi örerdi. Sepet hamalı genellikle
pazar yapanların sebze-meyvesini sırtındaki sepetle eve taşırdı. Sepet kimi
zaman bavul yerine de kullanılırdı.

Urgancı
Keten kenevir pamuk gibi dokuma maddelerinden yapılan ince halatlara urgan
denirdi. Gerek ev ekonomisinde gerekse zanaatta urgan yaygın olarak
kullanılırdı. Urgancı örme işini bizzat yapar ve malını tüketiciye ulaştırırdı.
Genellikle sabit dükkanları bulunurdu. Seyyar urgancı nadir görülürdü.

Bacacı
Yangınların büyük çoğunluğu temizlenmesi ihmal edilmiş bacalardaki kurumların tutuşmasıyla çıkıyordu. Özellikle ahşap binaların yoğun olduğu kent dokularında baca temizliği büyük önem taşıyordu. Kış öncesi bacacılara büyük iş düşüyordu. Fırın bacalarının da her ay temizlenmesi öngörülmüştü.

Bileyci
Bıçak ve emsali şeyleri çarka tutup bileyen esnaf genellikle seyyardı. Demirden yapılmış ev aletleri görece değerli eşyalardı. Bileyici esnafının büyük çoğunluğu babadan oğla geçerdi. Bileycinin mahalleye gelişi kısa sürede duyulur ev sekenesi her türlü kesici ya da yarıcı aleti sık aralıklarla bileyletirdi.


Çerçilik / Atarcılık
İğneden ipliğe, aynadan cımbıza, boncuktan oyuncağa, astardan kumaşa her türlü nesneyi bir eşek, beygir veya at üzerinde veya arabalarında köy köy, mahalle mahalle gezip dolaşarak satan seyyar satıcılara çerçi veya attar denir.
Bir köye çerçi gittiğinde kadınlar, kızlar, çocuklar çerçinin etrafına üşüşerek; yağ, peynir, yün, arpa, darı, mercimek gibi ürünler karşılığında bazı nesneleri alırlardı. Karayollarının gelişmesi ve motorlu araçların yaygınlaşması, ticari satış ağ ve yöntemlerinin ilerlemesi ve marketler zincirinin en ücra köşelere bile burnunu sokması sonucu bu meslek tamamen öldü.
Geçmişte çerçilerin bir özelliği de köyler arasında, beyler/ağalar arasında, aşiretler arasında, sevgililer arasında, düşman aileler/aşiretler arasında, âşıklar/sevenler arasında haber taşımaktı. Çerçiler, bu haber taşımayı bazen para karşılığında, bazen de " Allah rızası " için yaparlardı.
Çerçiler çoğu kez yılanvari kıvrak davranış sergilerlerdi; bazen de, ak güvercin gibi bir saflık ve temiz içinde olurlardı.

Arzuhalcilik
arzuhalci
“Bir maruzatım var bu akşam sana
Al kalemi ele yaz arzuhalci
Ne varsa içimde dökerim valla
Hiçbir şey gizlemem söz arzuhalci”
demiş şair. Bilgisayarlar henüz hayatımızın her alanını kaplamadan önce resmi makamlara yazılacak bir dilekçe var ise gidilir, daktilosu başında oturan arzuhalciye yazdırılırdı. Ama günümüzde daktilonun yerini bilgisayar aldı, arzuhalcilerin işleri de yok denecek kadar azaldı.

Yorum Yaz