matesis
dedas

Ernst Werner kimdir? Ernst Werner kitapları ve sözleri

Yazar Ernst Werner hayatı araştırılıyor. Peki Ernst Werner kimdir? Ernst Werner aslen nerelidir? Ernst Werner ne zaman, nerede doğdu? Ernst Werner hayatta mı? İşte Ernst Werner hayatı... Ernst Werner yaşıyor mu? Ernst Werner ne zaman, nerede öldü?
  • 16.08.2022 15:00
Ernst Werner kimdir? Ernst Werner kitapları ve sözleri
Yazar Ernst Werner edebi kişiliği, hayat hikayesi ve eserleri merak ediliyor. Kitap severler arama motorlarında Ernst Werner hakkında bilgi edinmeye çalışıyor. Ernst Werner hayatını, kitaplarını, sözlerini ve alıntılarını sizler için hazırladık. İşte Ernst Werner hayatı, eserleri, sözleri ve alıntıları...

Doğum Tarihi: 20 Kasım 1920

Doğum Yeri: Tisá, Çekoslovakya

Ölüm Tarihi: 15 Şubat 1993

Ölüm Yeri: Leipzig, Almanya

Ernst Werner kimdir?

Ernst Werner, Çekoslovakya’nın Kuzey Bohemya bölgesinde doğdu. Burada Ticaret Lisesini bitirdi. Savaştan sonra yerleştiği Demokratik Almanya’da üniversitenin tarih bölümüne devam etti ve Orta Çağ tarihi üzerine yoğunlaştı. Fransa ve İtalya’daki halk hareketleri ve Balkanlar’daki Bogumil hareketi üzerine incelemelerde bulundu. Orta Çağ Balkan tarihi üzerine yoğunlaşırken ilgi alanı Osmanlı tarihine kaydı. 1956 yılında Orta Çağ Tarihi profesörü olan Werner, 1960’da Leipzig’deki Karl Marx Üniversitesi’nin Rektör Yardımcılığına getirildi. Bu dönemde Orta Çağ Osmanlı tarihine ilişkin çalışmalarını derinleştirdi ve 1966 yılında Büyük Bir Devletin Doğuşu: Osmanlılar (1300-1481) adlı kitabını yayınladı. Eser, tarih çevrelerinde büyük ilgiyle karşılandı. 1967 yılında Leipzig Karl Marx Üniversitesi rektörlüğüne getirilen ve çalışmalarını artık daha çok Orta Çağ Alman tarihi üzerine yoğunlaştıran Werner’in Osmanlı tarihinin ilk dönemlerine ilişkin birçok makalesi ve konferans tebliğleri bulunmaktadır.

Ernst Werner Kitapları - Eserleri

  • Şeyh Bedreddin ve Börklüce Mustafa
  • Büyük Bir Devletin Doğuşu: Osmanlılar (1300-1481)
  • Şeyh Bedreddin ve Börklüce Mustafa İsyanı

Ernst Werner Alıntıları - Sözleri

  • İbn Bîbî, araştırmacıların farklı biçimlerde yorumladığı iğdişan birliğinden ve onun kumandanı olan iğdişbaşından söz eder. İğdiş sözcüğünün "hadım edilmiş"in yanı sıra diğer bir anlamı da "melez"dir. İ.H Uzunçarşılı, buradan "iğdişbaşı"nın devşirme usulüyle oluşturan bir birliğin başı olduğu sonucuna varır. Cl. Cahen ise, onun yerel ve kentli bir aristokrat olduğu ve Sultan tarafından gerek Hristiyan ve gerekse Müslüman kentli halkı denetim altında tutmakta kullanıldığını ispat etmiştir. Elimizde devşirmeliği kanıtlar hiçbir bilgi yok, bu birlik yeniçerlerin atası sayılamaz. (Büyük Bir Devletin Doğuşu: Osmanlılar (1300-1481))
  • Fakirlik ("fakr") sözcüğü, yetinmeci ve çileci (zühdî) sufî idealinin etkisiyle yeni bir statü kazandı. Dilenciler artık melike eşit, hatta ondan yüksek görünüyorlardı. Fakirler, kendinde olmayan, ama beyin sırtına yük olan dünya mallarından kurtulmuş, özgür ve insanları ezme ve sömürme günahından arınmış hissediyorlardı kendilerini. Dilencilik eden sufiler bazen herkesin baş belası halini alıyordu. 13. yüzyılda İran'da yaygınlaşan şu sözler durumu daha iyi anlatır : "Allah, kapımızı üçünden de korusun: Adlarını söylemek gerekirse akrep, sufi ve fare." (Büyük Bir Devletin Doğuşu: Osmanlılar (1300-1481))
  • (12. ve 13. yüzyıl) Evlenme eski törelere göre gerçekleştirilir, ayrıca falcılık da önemli bir yer tutardı. İslami dönemlerde Levirat* ve Sororat,** poligami ve boşanma ve boşanma törelerini de korudular. *Levirat : Bir erkeğin, çocuksuz ölen erkek kardeşinin karısı ile soyunu sürdürme amacıyla evlenmesi. **Sororat : Karısı ölen erkeğin, karısının küçük kız kardeşi ile evlenmesi. (Büyük Bir Devletin Doğuşu: Osmanlılar (1300-1481))
  • imparatorluk” kavramı Osmanlılara yabancıydı ve 19. yüzyıl sonlarına doğru Batı’dan bu sözcüğü ithal edene kadar, Osmanlı yönetici sınıfı kendisini “Memalik-i Osmani”, “Devlet-i Aliye”, “Dersaadet” gibi sıfatlarla tanımlıyordu. (Büyük Bir Devletin Doğuşu: Osmanlılar (1300-1481))
  • 15. yüzyılda kölelik Osmanlılarda hâlâ bir rol oynuyor muydu? [97 –Y.Ö.]. Hem evet hem hayır. Üretimin tarım ve zanaat kesiminde hayır. Ama ev ekonomisinde ve ticarette kölelik özellikle Fatih döneminde büyük önem taşıyordu. Batılı gezginlerin raporlarında Bursa’daki büyük köle pazarlarından söz ediliyor. Köleliğin acı kaderine kendisi de katlanmış olan Macar Georg, erkek ve kadınların köle tacirleri önünden çıplak olarak geçmeye, koşup sıçramaya zorlandıklarını anlatıyor. Hastaları, zayıfları, yaşlıları, gençlerinden, bakireleri de “kokuşmuşlar”dan ayırt etmek ancak ancak böyle mümkün oluyormuş. Bertrandan de la Broquiere’de ise bu tür çıplak gösterilerin adı bile geçmiyor. Tam tersine o, kölelerin Bursa’daki büyük ve yüksek bir avluda sergilendiğini, tacirlere onların yüzleri, elleri ve kollarından başka bir şey gösterilmediğini anlatıyor. Muhtemeldir ki bu sergileme biçimi arz ve talebe göre değişiyordu. Nürnbergli Jörg’ün tanıklığı Macar Georg’un anlattıklarına uyuyor: “Esirleri pazara getirdiklerinde onları anadan doğma soyarlardı. Sonra da zoru zoruna dans ettirirler, zıplayıp hoplatırlar, koştururlardı. Kadın, erkek, genç, ihtiyar demeden her birinin organlarına hayvanlar gibi bakıp dururlardı.” 10-12 kişi birden aynı zincire bağlanıp pazara öyle getiriliyordu. Koşamayan çocukları tavşanlar gibi çuvallara doldurup pazara boşaltırlardı. Köle olmaya giden bu zavallıların açlıktan ve susuzluktan canları çıkardı. Çoğu bu eziyetlere dayanamaz, yolda ölürdü. Dubrovnik noterliğinin dosyalarından da görüleceği gibi, satın alınıp özgürlüklerine kavuşturulanlar ise evlerine dönerken kuvvetsiz düşüp ölürlerdi. (Büyük Bir Devletin Doğuşu: Osmanlılar (1300-1481))
  • Nesnellik çabalarına rağmen, Batı’da hâlâ çeşitli vesilelerle ortaya çıkan ve barbar, kanlı, fanatik, cahil vb. Türk konularındaki eski teraneyi seslendiren, istekli bir şekilde anti-Türk bir cereyan bulunuyor (Büyük Bir Devletin Doğuşu: Osmanlılar (1300-1481))
  • Oruç (Uruç) bin Âdil’de şunları okuyoruz: “Simavna kadısı oğlu Şeyh Bedreddin kazasker olduğu zaman, yanında Börklüce Mustafa denen bir kethüdası vardı. Kendisine şeyh dediği sürece en ileri gelen müridi ve halifesi oydu. Bu Börklüce Mustafa Karaburun’da şeyh oldu ve ortalığı karıştırmaya başladı. Aydıneli’ni kendi yanına çekti. Kendisinin –Allah korusun– peygamber olduğunu yaymaya kalkıştı.” Onun ortaya çıktığı Batı Anadolu’da giriştiği eylemlere ilişkin daha yakın bilgileri Dukas’tan ediniyoruz: “O günlerde dağlarda köylü cahili (idiotis kai agroikos) bir Türk ortaya çıktı. Buraları (İyonya körfezinin girişinde olup halk ağzında Stilarion denen yöreydi, doğuda Chios (Sakız) adasının karşısına geliyor. Türklere gönüllü yoksulluğu öğütlüyor (akti mosunin) ve kadınlar bir yana, yiyecek, giyecek, çekek hayvanı ve tarım aletlerinin, her şeyin ortak olması (panta koina) gerektiğini öğretiyor. Ben kendi evimi nasıl kullanırsam senin evini de öyle kullanırım diyor, sen benimkini ben de seninkini diyor, ama kadınlar hariç! Bütün kır halkını (pantas agroikous) buna inandırınca hileyle Hristiyanların dostluğunu da kazanmaya kalkıştı. Hristiyanların inançlarına saygı göstermeyen her Türk Allahsızdır, görüşünü yayıyordu. Onun dünya görüşüne katılan herkes rastladığı Hristiyanları dostça karşılıyor, onlara Tanrı’nın torunları gibi davranıyordu. Kendisi ise kilise babalarına ve ruhanilere her gün bilgi yolluyor, kendi görüşlerini açıklıyordu. Hristiyanların inançları paralelinde olmayanların hiçbir zaman kurtuluş yolunu bulamayacaklarını söylüyordu. O zamanlar adada Turlato denen keşiş yurdunda çok yaşlı bir adam yaşıyordu. Bu düzmece Abbas ona saçları kesilmiş çıplak ayak, çıplak kafalı iki çömezini gönderdi. Yalnız birinin sırtında cübbesi vardı. Bu ikisi ihtiyara şunu ilettiler: “Ben de senin gibi bir dervişim. Ben de senin gibi aynı Tanrı’nın önünde yere kapanıyorum (tin proskunusin fero), geceleri denizleri sessizce aşıp geliyor, sende kalıyorum.” Düzmece Abbas’ın kafasını karıştırdığı gerçek Abbas, son zamanlardaki bu garip şeylerden (allokotoi) söz ederken şöyle diyordu: “Samos adasında otururken bu adam benimle birlikte derviş hayatı yaşadı. Ama artık şimdi benimle oturup konuşmak için karşıdan gelip her gün uğruyor.” (Büyük Bir Devletin Doğuşu: Osmanlılar (1300-1481))
  • "Dede Korkut'un destan kahramanları, sonradan yerlerine camiler inşa ettirdikleri kiliseleri zevkle tahrip ederler, ellerine geçirdikleri rahipleri kılıçlarına amansızca kurban ederlerdi." Burada yazar kaynak olarak Kitab-ı Dede Korkuttan sayfa 48'i gösteriyor okumadığım için fikir belirtemiyorum fakat devamı için birazdan elimden geldikçe birşeyler söylemek istiyorum . "Böylelikle peygamberlerinin de bir emrini yerine getirmiş olurlardı : Onları rastladığınız yerde vurun, sizleri nereden sürdülerse oraya sürün onları.. ve mücadele edin onlarla, inançsızlık yok olana, Allah'a inandırıncaya kadar onları." Yazar burada Bakara 191,192 ve 193. ayetleri kaynak göstermiş. Birincisi bu peygamberin emri değildir , bir tarih araştırmacısı ve yazarı olarak yaptığı sadece bu küçük hatada bile kendisinin bir profesyonel olmadığını söyleyebilirim. Hitap eden ve emir veren peygamber değil, Allah'tır. İkincisi ayetlerin asıl meali şöyledir : Onları yakaladığınız yerde öldürün; sizi çıkardıkları yerden siz de onları çıkarın. Fitne öldürmekten daha kötüdür. Mescid-i Harâm civarında onlar sizinle savaşmadıkça siz de orada onlarla savaşmayın. Şayet sizinle savaşmaya kalkışırlarsa o zaman onları öldürün. İşte kâfirlerin cezası böyledir! - 191 Eğer onlar vazgeçerlerse, artık Allah bağışlayıcıdır, merhametlidir. - 192 Fitne ortadan kalkıncaya ve din yalnız Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın; fakat vazgeçerlerse, artık zalimlerden başkasına saldırmak yoktur. -193 Burada insanın nasıl anlamak istiyorsa karşıya da direk kendi düşündüğü gibi nasıl aktarabileceğini görüyoruz. Yine bir tarih araştırmacısı olarak gerçekleşen olay gözardı edilerek olay üzerine söylenen ayetleri kendi istediği gibi yorumluyor. Olaydan bağımsız nasıl yorumlayabilir anlayamıyorum. İslam'a iman etmiş olmalarından dolayı memleketlerinde sürülmüş bir topluluga sesleniliyor ve ayette sizde onlarla mücadele edin hitabı sanki "gidin ve siz insanlari yerlerinden çıkarın kılıçtan geçirin, dinlerinden döndürün" gibi yorumlanıyor. Ayette geçen onlarla sizinle savaşmadıkça savaşmayın, vazgeçerlerse vazgeçin gibi emirler nasıl da gözardı ediliyor. Ve Allah'a inanana kadar mücadele edin diye yansıtılıyor. İslamda kimse zorla Allah'a inandırılamaz. Bir dinin kutsal kitabından bazı kısımları alıp kendi isteği ve keyfi üzerine böylesine saçma yorumlayan yazardan bilmiyorum nasıl tarihçi olur ki? (Büyük Bir Devletin Doğuşu: Osmanlılar (1300-1481))
  • .“Cihângirâne bir devlet çıkardık bir aşiretten” (Büyük Bir Devletin Doğuşu: Osmanlılar (1300-1481))
  • Şeyh Bedrettin, panteist-materyalist bir dünya görüşünden yanaydı: “Cehalet döneminde insanlar elle tutulur gözle görülür putlara inanıyorlardı. Şimdilerde ise gönüllerini görünmez putlara verdiler.” İnançtan çok aklın mantığına güveniyordu: “Umarım ki Tanrı gerçeğin örtüsünü kaldırır ve insanlar da ona inanma fırsatını bulurlar. Şunu bilin ki, Tanrı insanın bütün iç ve dış gücü olduğu kadar aynı zamanda onun kulağı, gözü, dili, hatta elleridir.” Şeyh’in tanrısı evrendir, tanrısal güçlerin aslında doğanın yasalarından (deus sive nature) başka bir şey olmadığını savunmaktadır. Evren’in ne başlangıcı vardır ne de sonu. Yeniden doğuş ve inkarnasyon (ruhun cisimleşmesi) diye bir şey yoktur: “İstersen ölüler için dünyanın sonunun geldiğini rahatça söyleyebilirsin.” Organik yaşamın yeniden uyanışını doğanın yasalarına ters düştüğü için olanaksız görür. Sonradan Spinoza’nın akıl ettiği gibi, Bedreddin tözü Tanrı’yla eş tutar. M. A. Mehmet, Şeyh’in felsefesini bu yüzden pankozmik bir panteizm olarak niteliyor. Bu panteizm Bedreddin’de antropolojik bir içeriğe de bürünüyor, cennet ve cehennemi bu yüzden dünyevi durumlar, insanın davranış biçimleri olarak anlıyor. Melekler ve şeytanlar aslında düşüncelerde ve eylemlerdeki iyi ve kötü niteliklerden başka bir şey değil. Şöyle ya da böyle, yaşamın eninde sonunda galebe çalacağını hesaba katmalıyız: “Çünkü insanların çoğu, varlığın dünyevi niteliğinin peşindedir.” O nedenle din adamları dikkatlerini pratik-dünyevi sorunlara da çevirmelidirler. Dünya onlara iki ayrı alanda etkinlik gösterme fırsatı veriyor: Tanrı’ya hizmet, yani ibadet ve halka hizmet! Ancak Bedreddin, sıradan Müslümanlar önünde, öyle Varidat’ta yazdıkları gibi konuşamayacağının farkındaydı. Panteist-materyalizm için vaktin henüz erken olduğunu seziyordu. O nedenle halkın coşkulu katkısını kazanmak istiyorsa reform tasarılarını dinleyicilerine dinsel mistik kılığında açıklamak zorundaydı. Bu yüzden Şeyh şöyle bir çağrıyla yola çıkıyordu: “Tasavvufçular, her düşündüklerini açıklayacak olsalar hemen oracıkta öldürüleceklerini pekâlâ bilirler.” (Büyük Bir Devletin Doğuşu: Osmanlılar (1300-1481))
  • Başka halklar üzerinde baskı uygulamak, özünde kendi halkı üzerindeki baskıyı gizlemeye ve unutturmaya yöneliktir. (Şeyh Bedreddin ve Börklüce Mustafa)

Yorum Yaz