diorex
Dedas

İkinci Cinsiyet - Simone de Beauvoir Kitap özeti, konusu ve incelemesi

İkinci Cinsiyet kimin eseri? İkinci Cinsiyet kitabının yazarı kimdir? İkinci Cinsiyet konusu ve anafikri nedir? İkinci Cinsiyet kitabı ne anlatıyor? İkinci Cinsiyet PDF indirme linki var mı? İkinci Cinsiyet kitabının yazarı Simone de Beauvoir kimdir? İşte İkinci Cinsiyet kitabı özeti, sözleri, yorumları ve incelemesi...

  • 12.06.2022 15:00
İkinci Cinsiyet - Simone de Beauvoir Kitap özeti, konusu ve incelemesi

Kitap Künyesi

Yazar: Simone de Beauvoir

Çevirmen: Gülnur Acar Savran

Orijinal Adı: Le Deuxième Sexe

Yayın Evi: Koç Üniversitesi Yayınları

İSBN: 9786057685100

Sayfa Sayısı: 730

İkinci Cinsiyet Ne Anlatıyor? Konusu, Ana Fikri, Özeti

Kadın doğulmaz, kadın olunur. Bu meşhur cümle, 1949 tarihli İkinci Cinsiyet’in odak noktasını oluşturur. Simone de Beauvoir böylece cinsiyet meselesini doğanın alanından çıkarıp kültürün ve tarihin alanına yerleştirirken, bir anlamda toplumsal cinsiyet tartışmasını da erkenden başlatmış olur. Bunu yaparken hem varoluşçuluk, fenomenoloji ve yapısalcı antropoloji gibi kendi çağdaşı olan düşünceleri hem de Hegel ve Marx gibi felsefe klasiklerini cinsiyet düzleminde yeniden okur.

Beauvoir’a göre kadın, kendine has bir durum tarafından, tarih boyunca farklı koşullar altında yeniden üretilen Başkalık durumu tarafından belirlenmiştir: Kadın ile erkek arasında eşitsizlik vardır, kadın ikinci cinsiyettir ve hem bireysel hem de toplumsal bakımdan ezilmiştir. Bu durumun temelinde yatan öncesiz sonrasız kadınlık efsanesi, ataerkilliğin başlıca unsurlarındandır. Ataerkillik sadece kadını değil, erkeği de bu çerçevede üretir ve belirler. Öyleyse kadın ile erkek arasındaki eşitsiz ilişki kadının veya erkeğin doğasından kaynaklanmaz. Kadın ve erkek, doğal veya biyolojik belirlenimlerden ziyade tarihsel ve kültürel birer kurgudur. Öte yandan kadının ezilmişliği diğer ezilenlerin durumundan farklıdır. Kadınlar, aralarındaki farkları aşan ve kapsayan kadınlık durumunun bilinciyle hareket etmezler. Öncesiz sonrasız kadınlık efsanesinin etkisi altında kadın içkinliğe hapsolmuş, adeta içkinlikle özdeşleşmiştir. Bu kavramsal çerçeveden hareketle Beauvoir, kadının özgürlüğü, ev içi emek, annelik, evlilik kurumu, kadın bedeninin tahakküm altına alınması gibi, feminist düşüncenin güncel meselelerine dokunan birçok konuyu tartışmaya açar. Son kertede kadın ve erkek kurgularının tarihin diyalektik hareketine tâbi olduğunu ve bu hareket içinde aşılıp yıkılacağını düşünür. Ama bunun olmazsa olmazı kadının etkili eylemidir. Kadının ve erkeğin özgürleşmesi Beauvoir düşüncesinde kadının dünyada eylemesiyle ve üretmesiyle mümkündür ancak.

1970’lerden beri Türkçe basımı bulunmayan İkinci Cinsiyet’i yeni çevirisiyle Türkiyeli okura sunuyor, feminizm tartışmalarına katkıda bulunmasını diliyoruz.

İkinci Cinsiyet Alıntıları - Sözleri

  • Kadını boyunduruk altına almaya yönelik olan evlilik koca için de bir zincirdi.
  • İnsan, özgürlüğünden kaçmaya meylettiği halde, özgürlüğe mahkûm bir varlıktır.
  • Savaşlar sırasında kimse kibar orospular kadar saldırgan bir vatanperverlik sergilemez.
  • Güleç yüzlü, hamarat hemşireler, işten baş alamıyordu; paraları azdı, kendilerine sertlikle davranılıyordu.
  • Freud, "Anatomi yazgıdır," diyordu (…)
  • Birinci Bölüm Çocukluk Kadın doğulmaz: Kadın olunur. İnsan dişisinin toplum içinde büründüğü biçimi belirleyen hiçbir biyolojik, ruhsal, ekonomik yazgı yoktur; erkek ile hadım edilmiş varlık arasındaki kadınsı diye nitelendirilen bu ürünü yaratan, uygarlığın bütünüdür. Birey ancak başkalarının dolayımıyla Başka olarak oluşur. Çocuk kendisi için var olduğu ölçüde, kendini cinsel bakımdan farklılaşmış olarak kavramaz. Hem oğlan hem kız çocuklarının bedenleri ilkin bir öznelliğin yansımasıdır, dünyanın anlaşılmasını sağlayan araçtır. Çocuklar, evreni cinsel organları aracılığıyla değil, gözleri ve elleriyle kavrarlar.
  • "Evliliği icat edene ve onun ardından evlenenlerin ikincisi, üçüncüsü, dördüncüsüne ve onları taklit edenlere lanet olsun.”
  • Kızların hemen hemen tümü, elbiselerinin kendilerini rahatsız etmesinden, özgürce hareket edememekten, eteklerine ve kolayca leke olan açık renk tuvaletlerine dikkat etmek zorunda olmaktan şikâyet etmektedir. On-on iki yaşlarına doğru, kızların çoğu gerçekten "eksik kalmış oğlan”, yani oğlan olma ehliyetinden yoksun çocuklardır. Bu bir yoksun bırakma ve adaletsizlik olduğu için acı çekmekle kalmaz kızlar, ayrıca mahkûm edildikleri düzen hastalıklıdır.
  • Bebel'in kadın üzerine kapsamlı çalışmasında da görüldüğü gibi, kadının geleceğiyle sosyalizminki birbirine sıkı sıkıya bağlıdır.
  • Cinsiyetli üreyen hayvanlarda dişiler erkeklere göre ikinci cinsiyet değilken insanlarda neden kadınlar ikinci cinsiyet durumuna düşmüştür?

İkinci Cinsiyet İncelemesi - Şahsi Yorumlar

Yazıldığı dönemin toplumsal yapısı için  son derece meydan okuyan,cesurca yazılmış,cüretkâr bir kitap olduğu noktasında şüphe bırakmayan, yaşadığımız dönem için bile oldukça doğru tezleri ileri süren, doğru noktalara parmak basan aslında o yazıldığı dönemlerden günümüze kadar kadın-erkek eşitliğini sağlamak  konusunda çok az ilerleme sağladığımızı da göstermiş Simone de Beauvoir. Annelik, evlilik, cinsellik, genç kızlık,çocukluk gibi konularda içinde etnoloji, biyoloji, psikanaliz, sosyoloji, tarih gibi alanlara uzanan çok geniş alanlarda araştırmalar yapıp, kitabında bu alanlara başvurması; çeşitli edebi eserleri, yazarları ve Aristoteles, Hegel, Marx, Heidegger, Merleau Ponty, Bachelard, Lévi-Strauss ve tabii Sartre gibi düşünürleri kanıt olarak kullanması kendi düşüncelerini savunmak için ne kadar geniş bir yelpazeden yararlanmasına gerek duyduğunu gösteriyor. Kadınların erkeklere karşı büründükleri tavır, karakter ve duygu çeperini anlatırken aslında bu “kişilik özelliklerinin” içinde bulundukları durumla baş etme biçimleri olduğunu, kendilerini çeşitli alanlarda ispat etme isteklerinin dışa vurumunun nasıl olduğunu, "Kadın doğulmaz, kadın olunur” sözünün gerekçelerini, temelindeki düşüncelerini anlatmış bizlere.  Günümüzde de ne yazık ki kadınların iş hayatlarında,aile ve ikili ilişkilerinde, sosyal alanlarda geri planda bırakılışı, sürekli bir mücadele çabası, bizlere gösteriyor ki maalesef pek yol alamamışız.  (Yağmur)

Birinci Cilt Üzerine: İkinci Cinsiyet. 1949’da yayımlandığından bu yana sayısız insanın zihninde yankı uyandırmış, sayısız insana ilham olmuş bir eser. Artık ben de o insanlardan biriyim. Dilimize ilk olarak Payel yayınları tarafından “İkinci Cins: Genç Kızlık Çağı, Evlilik Çağı ve Bağımsızlığa Doğru” olarak çevrilmesine karşı, 2016 yılında Gülnur Acar Savran tarafından Koç Üniversitesi yayınları bünyesinde bir yeni çevirisi daha yapıldı. İyi ki de yapıldı. Payel yayınları çevirisini okumuş biri olarak gerek kitabı üç kitap halinde yayımlamış olmaları gerek ise üç kitabı da aynı çevirmenin çevirmemiş oluşu bu düşüncemde etkili ama en önemli sebep şu ki, Gülnur Acar Savran çevirisinden okurken bambaşka bir kitap okuduğumu hissettim. Çevirmenlerin nasıl değerli bir iş yaptığını bir kez daha anladım. Gülnur hocanın Beauvoir felsefesine ne denli hakim olduğu yaptığı çeviriden belli. Bu incelemeye ona bir kez daha teşekkür ederek başlamak istedim. İkinci Cinsiyet’in birinci cildini bitirdim ve şu sıra eser üzerine ek okumalar yapıyorum. İkinci cildi okumaya da bugün itibariyle başladım. İki cildi de ayrı ayrı incelediğim bir inceleme serisine başlıyorum. Zihnimdekilerin yazıya dökebildiğim kısmını filtrelemeden paylaşacağım ve elbette bu denli hacimli bir eseri zihnimin mümkün kıldığı ölçüde inceleyeceğim. Önsöz üzerine İkinci Cinsiyet’in önsözü Zeynep Direk tarafından kaleme alınmış. Kendisi Koç Üniversitesi’nde öğretim görevlisi. Yazdığı önsözde dikkatimi çeken bazı yerler oldu. Direk, Michele LeDoeuff’un Sartre’ın Beauvoir’i son derece yıkıcı bir biçimde eleştirerek onun felsefe yapma arzusunu kırdığını düşündüğünü ifade etmiş. Hatta LeDoeuff’un Sartre’ı eril bir ideolojinin savunucusu olarak yorumladığını da yazmış. Bunun beraberinde Beauvoir’ın Sartre’a duyduğu bağlılığın hayatında özgürleştirici olduğu gibi yorucu, zorlayıcı ve hatta sınırlayıcı olduğunu da görebileceğimizi eklemiş. Bu düşüncelerini okuduktan sonra üzerine bir hayli düşündüm. Direk’in söylediklerinde haklılık payı olduğunu düşünüyorum. Devamında önsözde geçen bu ifadeyi de çok doğru buldum: “İkinci Cinsiyet’ten bu yana feminist felsefe elbette çok yol kat etti, çok ürün verdi. Onu açıklayan ve eleştiren, ondan yana ve ona karşı pek çok yeni eser sayabiliriz, ama bunların hiçbiri İkinci Cinsiyet’in yerini alamayacaktır, çünkü hepsi onun açtığı ufukta yazılabilmiştir.” Bu alıntıyı özellikle yazmak istedim, zira günümüzde Beauvoir birçok feminist tarafından ciddi biçimde eleştiriliyor. Okurken yer yer ben de eleştirdim, yalan değil. Yazdığı düşüncelerin bazılarının sonunu getirmiyor ve hatta bazı konularda daha ileri gidebilecekken pasif kalıyor. Bunun birçok sebebi olabilir. En önemlisi kitap yazıldıktan sonra okunurken bazı ifadeler fazla sivri görülüp Beauvoir veya yakın çevresi tarafından gelecek tepkilerin az da olsa önüne geçebilmek adına sansürlenmiş olabilir. Kitabın yazıldığı yılı ve o dönemin koşullarını da düşünmemiz gerekiyor. İnsanların haykırdıkları doğruların bedelini canlarıyla ödemesi, o zamandan bu yana geçerliliğini koruyor ne de olsa. Tam da bu sebeple Beauvoir’ı eleştirirken bu durumları göz ardı etmememiz gerekiyor. İkinci Cinsiyet cilt bir, Olgular ve Efsaneler Simone de Beauvoir’ın İkinci Cinsiyet’i feminist felsefenin yapı taşlarından biri kabul edilir. Beauvoir, eserde disiplinler arası bir üslup kullanarak sadece felsefi geleneğe değil; antropolojiye, edebiyata, biyolojiye, psikolojiye ve tarihe de başvurur. Kitap büyük bir bilgi birikiminin yıllarca süren bir zihin harmanından geçerek kağıda dökülmesinin ürünü olmasının yanında bana göre Beauvoir’in en başarılı eseridir de. Beauvoir kadınların hayatlarının çeşitli dönemlerindeki deneyimlerine ilişkin düşüncelerini “ikinci cinsiyet olma durumu” adını verdiği tanımlamaya dayanarak ele almıştır. İkinci Cinsiyet’in felsefe kitabı kategorisine sokulmasının en büyük sebebi, Beauvoir’ın Ecole Normale Superieure mezunu bir felsefeci olmasındandır. (Beauvoir bu okulu Sartre’dan daha iyi bir dereceyle bitirmiştir, eklemek istedim.) İkinci Cinsiyet felsefe tarihi araştırmaları için tüketilemez bir kaynaktır; Jean-Paul Sartre, Maurice Merleau- Ponty, Edmund Husserl, Martin Heidegger, Georges Batallie, G.W.F. Hegel, Soren Kierkegaard ve Karl Marx gibi filozofları tanıyan ve onların kavramlarını kendi sorunsalı bağlamında dönüştürüp yeniden tanımlayan bir düşünme serüvenidir. Esasen İkinci Cinsiyet, kadının kendisini erkeğe göre tanımlamamasını gerektiğini söyler. Kitabın girişinde Beauvoir; maddeci tarih, biyoloji ve psikanalize başvurarak kadının kendisini nasıl eş ve anne rollerine sıkıştırılmış bulduğunu açıklar. Cildin “Yazgı” bölümünde, bu üç disiplinden yararlanılarak kadınlık durumunun kuruluş ve sürdürülüşüne ilişkin saptamalar yapar. Biyoloji bize kadının doğurgan olduğunu, erkeğin de onu döllediğini söyler ama bundan erkeğin “özne”, kadının mutlak “Başka” olmasını gerektiren bir çıkarım yapılamaz. Oysa bu çıkarım, büyük bir kesim tarafından halen zihinde kazılı durumda. Kadının mutlak başka olarak konumlanması Beauvoir’e göre maddeci açıdan yorumlanan tarihin süregelen yapısıdır. Erkek özne olabilirken, kadın hiçbir zaman diyalektiğe girmeyen “başka” olarak kalmıştır. Tarihte özgürlüğün gelişimine baktığımızda erkek, erkekler arası varlık ve iktidar ispatı gösterme mücadelesine girerek özneleşmiş, Hegelci anlamda Tin’in kendi bilincine vardığı mutlaka ulaşmıştır. Buna karşın kadın, mutlak başka olarak konumlandığı için özgürlüğün tarihsel olarak gerçekleştiği diyalektiğe girememiştir. Özgürlük idesi tüm insanlığın özgürlüğünü içerir ve pek tabii kadın da insan olduğu için bu ideden dışlanamaz. O halde özgürlüğün tarihsel akışına kadını dahil etmek için onu “mutlak başka” olmaktan çıkarmak gerekir. Mutlak başka konumundaki kadın hem yüceltilmiş hem de erkeğin hizmetkârı haline gelmiştir. Hizmetkarlıktan köleliğe atıfta bulunacak olursak, Beauvoir’ın Hegel’in köle-efendi diyalektiğine gönderme yaptığını kavramamız daha da kolaylaşır. Beauvoir kitaba başlarken diyor ki:” Feminizm kavgası üzerine epeyce yazıldı; günümüzde bu kavganın neredeyse sonu geldi. En iyisi ondan artık söz etmemek. Oysa hala sözü ediliyor. Ve bu son yüzyıl boyunca piyasaya ciltlerle sürülmüş bir sürü ahmaklık, soruna pek de ışık tutmuşa benzemiyor.” Bunları demesinin üzerinden 73 yıl geçmiş ve bana kalırsa vaziyet hala tam olarak bu cümleyle ifade edilebilecek halde. Nedir sizce feminizm? İdeoloji mi? Kuram mı? Ekol mü? Fikirsel bir disiplin mi? Akım mı? Birkaç kadın zırvatası mı? Erkeklere kusulan nefret mi? Hepsi mi? Hiçbiri mi? Bugün feminizm hakkında konuşmaya başlasak etraftan gelecek sesler belli. “Kadın erkek zaten eşit, bunun için yaygara çıkarmanıza ne gerek var?” ya da “ Ne eşitliğinden bahsediyorsunuz? Gücünü önünde sallanan etsi dokudan alanlarla boy ölçüşebileceğinizi mi sanıyorsunuz, ne haddinize?” Örnekleri çoğaltabiliriz ama asıl mesele bunlar değil. Yerleşik hayata geçilmesiyle birlikte kadının statüsünde de değişiklikler meydana geldi. Tahtta yan yana oturulup paralara kadınla erkeğin yüzünün yan yana basıldığı bir dönemden kadının erkeğin arkasında yer alması gerektiğini savunanların ülkeleri yönettiği bir döneme evrildi dünya. Bu verdiğim örneğe ithafen Beauvoir diyor ki: “Kadını sevgiden değil, korkudan kültleştirmiştir erkek. Kendini gerçekleştirebilmesi için, her şeyden önce kadını tahtından indirmeye başlaması gerekmiştir.” Yalnızca erkekler değil, böyle düşünen veya düşünmek zorunda bırakılan birçok kadın da var, biliyorum. Tam da bu noktada, Simone de Beauvoir’ın “Kadın doğulmaz, kadın olunur.” sözü devreye giriyor, ve gerçek anlamını gün yüzüne çıkarıyor. Kadını eve hapsedip toplumsal hayattan soyutlayan eril ideoloji, yalnızca erkeklerin sayesinde bu denli zıvanadan çıkacak bir boyuta gelmedi. Bunda kadınların da payı var. Mesele hangi cinsiyete mensup olduğunuz değil, zihninizin hangi ideolojiye mensup olduğu. İster kadın olun ister erkek, eril ideoloji tahakkümünü savunuyorsanız bu gelinen durumda sizin de suçunuz var demektir. Eşitlik, fiziksel anlamda girilen mücadelede sağ çıkması muhtemel tarafın istekleri doğrultusunda esnetilip gevşetilemez. Kas kütlesi fazlalığı sebebiyle fiziksel anlamda daha “güçlü” diye tanımlayabileceğimiz erkek, kadınlardan üstün hale gelmez. Kadın cinsel organı tarlaya benzetilirken erkek cinsel organı tarlaya tohum ekecek bir vazifeyle sorumlu hale getirilip kadın, erkeğinin ona vereceği tohumlara muhtaç olduğu düşüncesiyle ikincil ve “başka” statüsüne indirgenemez. Fakat tarihsel bağlamda incelediğimizde indirgendiğini görebiliyoruz. Bu duruma kutsal kitapların ve beraberinde oluşan dinlerin etkisi de göz ardı edilemez. Beauvoir kitapta buna da değinmiş. Ne Musevilik ne Hristiyanlık ne de İslamiyet, kadına kendini gerçekleştireceği ve erkekle eşit şekilde hayatına devam edeceği bir konum atfetmez. Örneğin Hristiyanlık, bütün ten nefretine rağmen, kendini adamış bakireye ve namuslu, itaatkâr eşe saygı gösterir. Dinler bitmek tükenmek bilmeden kadının doğurganlığına değinir. Kadın “anne” olabildiği için, erkeğin soyunu devam ettirdiği için değerlidir onlara göre. Bu, kadının özgürlüğünü kısıtlayan en önemli etmenlerden biridir. Kadın özgürlüğünün kadının iş hayatına atıllıp evde ona “önemsiz derecede az” ihtiyaç duyulduğunda gerçekleşebileceği söylenmiştir. Söylenmiştir de, mümkün kılınabilmiş midir bu? Beauvoir da bu tezi yakın bulmakla beraber bu durumun nasıl hayat sahasında gerçekleştirilebileceğinin öngörülememiş olması sebebiyle bu tezi eleştirir. Bu noktada şu alıntıyı yapmanın çok yerinde olacağını düşünüyorum: ” Kadınla en çok duygudaşlık içinde olan erkek bile onun içinde bulunduğu somut durumu hiçbir zaman tam olarak bilemez. Ayrıca, kapsamının genişliğini bile ölçemedikleri ayrıcalıklarını savunmaya çalıştıklarında erkeklere inanmak yetersizdir. Dolayısıyla, kadınlara yöneltilen saldırıların çokluğu ve şiddeti karşısında sindirilmemize izin vermeyeceğimiz gibi, ne “gerçek kadın”a bir ödül gibi sunulan çıkarcı övgülere kanacağız, ne de kadının hiçbir şekilde paylaşmayı istemeyecekleri yazgısının onlarda uyandırdığı coşkuya kapılacağız.” Buna benzer nitelikte olup yanına “Payel yayınları çevirisine ithaf ediyorum.” Diye not aldığım başka bir cümle de şu ki: “ Kadının durumunu açıklığa kavuşturmak için yine de kadınların en doğru konumda olduğunu düşünüyorum.” Kitap üç kısıma ayrılmış: Yazgı, Tarih ve Efsaneler. Yazgı kısmında biyolojinin verileri, psikanalitik bakış açısı ve tarihsel maddeciliğin bakış açısıyla kadın ele alınırken ikinci kesimde beş alt başlıkta kadının tarihsel süreçteki durumu incelenmiş. Efsaneler kısmında ise ünlü yazarların eserlerindeki kadın konumu ele alınmış. Birinci bölümü ele alarak başlayayım. Biyolojinin verileri kısmında geçen şu ifade bence oldukça açıklayıcı:” Kadın mı? Çok basit, der formül meraklıları. Bir döl yatağıdır, yumurtalıktır, tarladır (…) o.” “Dişi” terimi üzerine uzunca yazmış Beauvoir. Dişi teriminin kadını doğaya yerleştirdiğinden değil, cinsiyetine hapsettiği için aşağılayıcı olduğunu ifade etmiş. Nasıl da güzel yazmış. Devamındaki sayfalarda Aristoteles’in düşünceleriyle karşılaşıyoruz. Aristoteles, ceninin sperm ile adet kanının karşılaşmasından oluştuğunu hayal eder. (Olmayan kızlık zarına ve erkeğin güya zarı yırtıp “erkekliğini” kanıtladığına atıfta bulunur.) Bu sembiyoza kadın sadece edilgen bir maddeyle katkıda bulunmuştur; güç, etkinlik, devinim, yaşam eril ilkedir. Bu aynı zamanda biri güçsüz ve dişi olan, diğeri ise güçlü ve eril olan iki tohum türünün varlığını kabul eden Hipokrat’ın da öğretisidir. Sevgili Hipokrat, nerede kaldı “önce zarar verme” ilkesi? Bizleri güçsüz görmen kalbimi çok kırdı haberin olsun :) Aristoteles ve Hipokrat’ın yolundan Hegel de koşar adım ilerler. Hegel de erkeği etkin, kadını edilgen görür. İlerleyen sayfalarda erkek egemenliğinin cinsel birleşme pozisyonundaki üstte olma durumuyla ilintisi açıklanır. Gökyüzünün ataerkil, toprağın anaerkil sayılması ve hatta yaratılan ilk insanların arasındaki ilk kavganın sebebinin de bu pozisyon durumu olması sizce de tesadüf müdür? Psikanalitik bakış açısının ele alındığı ikinci bölüm; kadını tanımlayanın doğa değil, kadının duygulanma yetisiyle doğayı kendi hesabına devralarak kendini tanımlamasını ifade ederek başlar. Bu kısımda tahmin edeceğiniz üzere bolca Freud ve Schopenhauer’dan bahsedilir. Oidipus kompleksinden doğan hadım edilme karmaşası anlatılırken penis kıskançlığı meselesi de ele alınır ve konu, Freud ekolünden ayrılan Jung ve Adler’in bakış açılarıyla da ele alınır. Penisin gurur kaynağı haline gelmesi ise kültürel kodlarımız sayesinde zaten bize hiç unutturulmamıştır. Sünnet olan çocuğun pipisi yüceltilirken adet görmeye başlayan kızlara tokat atılarak zorlu bir kadınlık sürecinin onları beklediği hatırlatılır. Son kısımı psikanalistler arasında erkeğin insan, kadının ise dişi olarak tanımlanması durumuna değinerek bitirir Beauvoir. Kadının ne zaman insan olarak davransa onun erkeğe öykündüğünün söylenmesinden dem vurur. Üçüncü bölüm olan tarihsel maddeciliğin bakış açısı bölümü, fiziksel zaafının kadını erkeğin altında konumlandırmasını ve fakat teknolojinin erkeği kadından ayıran kas gücü farkını ortadan kaldırabileceğinin mümkün olduğunu söyleyerek başlar. Günümüzde bu mümkün kılınmıştır, fakat öyleyse neden bu “başka” hali hala son bulmamıştır? İlerleyen sayfalardaki şu ifade ise Türk toplumun anlamakta zorlandığı durumlardan biri: “ Bir kadının çocuk yapmasını talep ettiğinizde, onun hayatına zorla müdahale etmiş olursunuz.” İkinci bölüm, Tarih. “İlkel göçebe toplulukları, gelecek kuşaklarla hiç ilgilenmiyordu.” Cümlesini okuduktan sonra içinde bulunduğum toplumla benzerlik kurmuş olmama ne demeli..? Bölüm sonunda bahsi geçen kadının annelik yaparken kendi bedenine çakılı kalıyor oluşu fikrine yürekten katılıyorum. Artık bu durumun romantize edilmekten çıkıp gerçekçi bakış açılarıyla ele alınmasını istiyorum. Levi-Strauss ilkel toplumlar üzerine yaptığı incelemesinin sonunda, “Kamusal ya da basitçe toplumsal otorite her zaman erkeklerindir.” diyor. Kanun yazıcıları da erkekler değil midir? Eril ideolojilerin kartları dağıttığı bir oyunda, kadınlar zaten oyuna hükmen mağlup başlamıyor mu? Beauvoir sayesinde tanıştığım Christine de Pisan, Mary Wollstonecraft’ın Kadın Haklarının Gerekçelendirilmesi’nde okuduğum ifadelere çok benzer niteliğe sahip düşüncelerini Wollstonecraft’dan daha önce böyle ifade etmiş: “Şayet küçük kızları okula gönderme adeti olsaydı ve onlara erkeklerle birlikte bilimler öğretilseydi, erkekler kadar mükemmel bir şekilde öğrenirlerdi ve onlar gibi, bütün sanat ve bilimlerin inceliklerini kavrarlardı.” Beauvoir’ın Fransız kadınlarının durumunun biraz daha iyi olduğunu ifade edip genel eğilimin “çok bilmiş kadınlar”a karşıt duygu duymakta olduğu cümlesini okuduktan sonra kendimi tebessüm etmekten alamadım. Devamındaki sayfalarda, 19.yüzyıl ile birlikte yaygınlaşan korunma yöntemlerinin kullanılmasıyla, kadının “kuluçka makinesi” işlevinden kurtulma yolundaki tünelin ucunda gördüğü ışığa gittikçe yaklaştığını ve kadının kendi bedeninin hakimiyetini kendi eline aldığı konusuna değiniliyor. Kadın hükümdarların “cinsiyetsiz” oluşuna vurgu yapılan kısım ise bir hayli ilginçti. Yüzyıllardır kadınlara hep Bakire Meryem ve Havva gibi ağır başlı, sessiz ve erkek tahakkümüne boyun eğdikleri bir rol biçilmiştir. Bu boyunduruk özellikle Ortadoğu coğrafyasında hâlen şiddetle varlığını sürdürmektedir. Erkeklerin asıl korktuğunun onların erkekliğinin kadınlar tarafından alt edilmesi oluşu, üzerine çokça kafa yorulması gereken bir konudur. Elbette tarihe mal olmuş her erkek kadının konumuyla ilgili aynı fikirde değildir. Goethe, Faust’un ikinci cildini şöyle bitirir: “Ezeli ve ebedi kadın, yükseklere taşıyan bizi.” Bu söz, size de şu sözü hatırlattı mı: “Ey kahraman Türk kadını, sen yerlerde sürünmeye değil, omuzlar üzerinde göklere yükselmeye layıksın.” Ey büyük Atatürk, açtığın yolda gösterdiğin hedefe durmadan yürüyeceğime söz veriyorum. Özgür, bağımsız ve her daim kendi ayakları üzerinde duran bir kadın olma yolumdaki en büyük ilhamımsın. Ve sen sevgili Beauvoir, İkinci Cinsiyet’in henüz yalnızca ilk cildini okumuş olmama rağmen zihnimi bu denli aydınlatıp başucu kitaplarımdan birini kaleme aldığın için sana en içten teşekkürlerimi sunuyorum. Endişe etme; her şeye rağmen düşüncelerine ortak olanların saçtığı ışık, küçük karanlık zihinleri aydınlatacak kadar büyük. (Ceren Düven)

Simone de Beauvoir İkinci Cinsiyet'te bizi kadın haline getiren şeyi tarih­sel, sosyolojik, antropolojik, psikolojik bir açıdan inceler.nFakat bu disip­linlerarası yazının gerisinde felsefi bir argüman durur. Bu argüman "başka­lık" mefhumuna, bu mefhum içinde yapılan bir aynına dayanmaktadır. İkinci Cinsiyet'in başlarındaki sert eleştirel ton kadınlık durumunu aşmış bir kadının aşamamış olanların suratına hakikati çarpmasını andırır. İkinci Cinsiyet'i devrimci bir kitap kılan şey "özel bir kadınlık durumu" ol­duğunu olumlamasıdır. Bu durum, "ikinci cinsiyet olma" durumudur. Bu du­rum gündelik hayatta belli bir kadın kişiliği oluşturur ki, Beauvoir ondan eleştirel bir biçimde söz eder. Fakat son kertede bu kişiliği de kurmuş olan şey tarihsel kadın kimliğidir. Ünlü "kadın doğulmaz, kadın olunur" sözünün duruma ilişkin verdiği ipucu, onun tarihsel, toplumsal, kültürel olduğudur. Bu sözün tam kalbinde elbette gizil bir biçimde sonradan "toplumsal cinsi­yet" adını alacak olan fikrin ta kendisi bulunabilir. Kadın denen yaratığı üre­ten şey doğa değil, bütünüyle uygarlıktır. Hepimiz dünyaya birtakım özellik­ler taşıyarak geliriz: Gözlerimizin rengi, saçımızın cinsi, cinsel organlarımız, hormon dengelerimiz, zihinsel, duygusal eğilimlerimiz, yeteneklerimiz farklı­dır. Ama bu özelliklerin, eğilimlerin ve yeteneklerin biçimlendirilmesi ve on­lara değer biçilmesi toplumsal ve tarihsel koşulların ürünüdür. (Kerime Deniz Gürel)

İkinci Cinsiyet PDF indirme linki var mı?

Simone de Beauvoir - İkinci Cinsiyet kitabı için internette en çok yapılan aramalardan birisi de İkinci Cinsiyet PDF linkidir. İnternette ücretli olarak satılan çoğu kitabın PDFleri bulunmaktadır. Ancak bu PDF'leri yasal olmayan yollarla indirmek ve kullanmak hem yasalara hem de ahlaka aykırıdır. Yayın evlerinin sitesinden PDF satılıyorsa indirebilirsiniz.

Kitabın Yazarı Simone de Beauvoir Kimdir?

Simone Lucie-Ernestine-Marie-Bertrand de Beauvoir (/simɔn də boˈvwaʀ/; 9 Ocak 1908 – 14 Nisan 1986) Fransız yazar ve filozof. Roman, felsefe politik ve sosyal deneme, biyografi ve otobiyografi yazarı, gazeteci.

En önemli eseri 1949’da yazdığı, kadınların gördüğü baskıların bilimsel incelenmesini yaptığı ve modern feminizmin temellerini kurduğu İkinci Cins (Le Deuxième Sexe) adlı eseri sayılabilir.

Yaşamı 

Simone de Beauvoir 9 Ocak 1908’de Paris’te Georges Bertrand ve Françoise (Brasseur) de Beauvoir çiftinin kızı olarak dünyaya gelmiştir. Geleneksel bir ailenin büyük kızıdır. Otobiyografisinin ilk bölümünde (Bir Genç Kızın Anıları) dinine ve ülkesine bağlı ataerkil bir ailenin sorumluluklarla donatılmış kızı olarak yaşadığı dönemden bahseder. Kişiliğinin koyu katolik annesinin ve bilinemezci babasının karşıtı olarak şekillendiği söylenebilir.

Çocukluk ve ergenlik çağını etkileyen iki ilişkisinden biri kardeşi Helen diğeri arkadaşı Zaza ile olan ilişkisidir. Helen’in küçüklüğünden itibaren ona sürekli bir şeyler öğretmeye onu yetiştirmeye çalışmış ilişkisinde öğretici bir kaygı içinde olmuştur. Zaza ise trajik yaşamı ve ölümü ile Simone’nun karşılaştığı ilk sorunu oluşturuyordu.

Matematik ve felsefede Baccalauréat sınavını geçtikten sonra Katolik Enstitüsü’nde matematik öğrenimi ve Saınte Marie Enstitüsünde yabancı dillerde yazın eğitimi gördü. Daha sonra Sobone’da felsefe eğitimi aldı. 1929’da seçkin Ecole Normale Superieure’ye kayıt olan ve Sabone’da kurs almakta olan Jean-Paul Sartre ile tanışır. Beavuvoir’un Ecole Normele’de eğitim gördüğü yanlış ve yaygın olan bir bilgidir. Ancak bu okuldaki Sartre ve felsefe gurubundaki diğer insanlar tarafından iyi tanınmaktadır. 1929’da felsefede Agregation başaran en genç öğrenci olur. Sartre o yıl birinci olur, Simone ise ikinci. Ancak herkes bilir ki de Beauvoir felsefede en iyi idi. Sartre’a birincilik erkek olduğu için verilmişti. Sorbonne’da iken hayatı boyunca bilinecek lakabı Castor(Cesur) edinecektir.

1943 yılında Simone Konuk Kız (L'Invitée) adlı Rouen okulundaki öğrencilerinden Olga Kosakiewicz ile olan kronik lezbiyen ilişkisinin öyküsünü yayınladı. Bu öykü aynı zamanda de Beauvoir ile Sartre arasındaki karmaşık ilişkiyi ve ilişkinin bu üçlü ilişkiden nasıl zarar gördüğünü anlatır

Ve II. Dünya Savaşı'ndan sonra De Beauvoir Sartre’ın Maurice Merleau-Ponty ve diğer arkadaşları ile kurduğu Modern Zamanlar (Les Temps Modernes ) adlı politik gazetede çalışmaya başladı. De Beauvoir bu gazetede kendini geliştirdi ve ölümüne kadar editör olarak çalışmaya devam etti.

Belirsizlik Ahlakı Üzerine (Pour Une Morale de L'ambiguïté , 1947) kitabında Fransız varoluşçuluğu etkileri farkedilmektedir. Kitapta çok sade bir biçimde Sartre’ın olmak ve hiçlik felsefeleri arasındaki geniş açıyı göstermektedir. De Beauvoir bir biseksüeldir. Ancak bir seminerde Nelson Algren’le tanıştığı 1947 yılına kadar kadar orgazma ulaşamamıştır. Chicago’da Beauvoir Algren ile ilişkisinde ilk orgazmını yaşar. Bu Fransa’da iki ayrı kitap olarak basılan İkinci Cins kitabına da ilham olur. Bu çalışma Amerika’da da The Second Sex olarak yayıncı Alfred A. Knoph’ın karısı Blance Knopf ‘un tavsiyesi üzerine Howard Parshley tarafından çevirilerek yayınlanır.

Kadın: Efsane ve Gerçek 

Simone de Beauvoir önce Kadın: Efsane ve Gerçek adlı denemesini yazar. Bu denemesinde erkeklerin kadınları, erkekleri yanlış havalara, izlenimlere sokan gizemli “diğer”ler olarak gördüğünü iddia eder. Ve erkeklerin, bu “diğer”olma durumunu, kadınları ve onların problemlerini anlamadıklarına, onlara yardım etmediklerine hatta onlara uyguladıkları baskılara bir neden olarak kullandıklarını iddia eder. Bu durumun tüm toplumlarda klişeleşmiş bir hal aldığını ve her zaman hiyerarşiyi elinde tutanların güçsüzleri “diğer” olarak tanımladığını ve onları etraflarında dolaşan karanlık gölgeler olarak nitelendirdiğini savunmuştur. Bu durumun sınıflar arasındaki ilişkilerde, dinsel, ırksal ayrımların mücadelesinde her türlü karşıtlıkta görüldüğünü ama hiç karşıtlıkta “diğer” nitelendirmesinin ve “diğer”e yaklaşımın kadın-erkek ayrımındaki kadar klişeleşmiş bir hal almadığını, hayatın mevcut düzenine gerekçe olarak gösterilmediğini söyler.

İkinci Cins 

Yazarın bu eseri 1949’da Fransa’da yayınlanmıştır. Freudcu yönleri ağır basan feminist bir varoluşçuluk göze çarpar. Varoluşçulukta olduğu gibi de Beauvoir temel prensip olarak var oluşun özden önce geldiğini kabul eder ve “Kadın doğulmaz kadın olunur.” prensibine ulaşır.

Araştırmaları diğer kavramı üzerine yoğunlaşmıştır. Kadınların diğer olarak tanımlanmasını ve mevcut sosyal konumunu, gördüğü baskının temeli olarak olarak nitelendirir De Beauvoir tarihte her zaman kadının sapkın ve anormal canlılar olarak görüldüğünü iddia eder ve Mary Wollstonecraft’ın dahi erkekleri kadınlara ulaşmaları gereken ideal örnek olarak gösterdiğini ileri sürer.

De Beauvoir “Bu durum kadınların kendilerini normalden sapmış, dışta kalan ve normale ulaşmaya çalışan canlılar gibi algılamalarını sağlayarak onlarını başarılarını sınırlandırmışdır.” der. Feminizme göre bu düşünce artık bir kenara atılmalıdır. De Beauvoir iddia eder ki kadınlar erkekler kadar ayırım yapma, seçme yeteniğine sahiptir ve böylece kendilerini geliştirmeyi seçebilir, kadını mevcut durumundan ileri götürebilir, kendi hayatlarının ve dünyanın sorumluluğunu alabilir.

Ölümü ve sonrası 

1981’de Sartre’ın acı dolu son yıllarını anlattığı Veda Töreni’ni (Cérémonie Des Adieux) yazar. Kendisi de Paris’de Cimetière du Montparnasse mezarlığına Sartre’ın yanına gömülür. Mezar taşında isimleri alt alta yazılır. Ölümüden sonra ünü yayılmaya devam eder. Sadece 1968’lerin post-feminizminin kurucusu olduğu için değil aynı zamanda akademisyen olarak ve varoluşcu Fransız düşün insanı olarak da ünü gelişerek yayılır. Sartre’ın üzerindeki etkisi her zaman görülür. Felsefe üzerine yazdığı birçok eserde de Satre’ın varoluşçu etkisi görülebilir. Paris'te Seine Nehri üzerine yapılan bir köprüye yazarın adı verilmiştir.

Eserleri 

Konuk Kız, (1943)

Pyrrhus ve Cineas, (1944)

Başkalarının Kanı, (1945)

Kim Ölecek?, (1945)

Her Erkek Ölümlüdür, (1946)

Belirsizlik Ahlakı Üzerine, (1947)

İkinci Cins, (1949)

Gün gün Amerika, (1954)

Mandarinler, (1954)

Sade’ı Yakmalı mı?, (1955)

Uzun Yürüyüş, (1957)

Bir Genç Kızın Anıları, (1958)

Yaşlılık, (1960)

Sessiz Bir Ölüm, (1964)

Les Belles Images, (1966)

The Woman Destroyed, (1967)

Yaşlılık, (1970)

Hesap Tamam, (1972)

When Things of the Spirit Come First,(1979)

Veda Töreni, (1981)

Sartre’a Mektuplar, (1990)

Aşk Mektupları (Nelson Algren’e), (1998)

Ödülleri

1983 Sonning Ödülü

Simone de Beauvoir Kitapları - Eserleri

  • Sessiz Bir Ölüm
  • Sade'ı Yakmalı mı?
  • Kadın - İkinci Cins 1
  • Moskova'da Yanlış Anlama
  • Yıkılmış Kadın
  • Denemeler
  • Tüm İnsanlar Ölümlüdür
  • Kadın - İkinci Cins 2
  • Mandarinler
  • Bir Genç Kızın Anıları
  • Kadın - İkinci Cins 3
  • Kadınlığımın Hikayesi
  • Konuk Kız
  • Ben Bir Feministim
  • Başkalarının Kanı
  • İkinci Cinsiyet
  • Olgunluk Çağı 1
  • Veda Töreni
  • Simone de Beauvoir'dan Sartre'a Mektuplar
  • Nelson Algren'e Aşk Mektupları
  • Olgunluk Çağı 2
  • Koşulların Gücü - Birinci Kitap
  • Güzel Görüntüler
  • Koşulların Gücü - İkinci Kitap
  • Yaşlılık-1 - İlk Çağı
  • Yaşlılık-2 - Son Çağı
  • Veda Töreni ve Jean Paul Sartre'la Söyleşiler
  • Brigitte Bardot and The Lolita Syndrome
  • Die Unzertrennlichen
  • Extracts From: The Second Sex
  • Konuk Kız
  • Müphemlik Ahlakı Üzerine - Pirus ve Sineas
  • The Ethics of Ambiguity

Simone de Beauvoir Alıntıları - Sözleri

  • Ama neye yarardı ağlamak sızlanmak? Baş kaldırmak da çok yorucu ve boş bir güldürü. Hiçbir çıkış yoktu. Dünyanın hiçbir yerinde ya da kendi içinde, kendisine ayrılmış bir doğru yoktu. (Konuk Kız)
  • uzun uykuları ve uykusuz geceleri seviyordum (Olgunluk Çağı 1)
  • Insanlık dediğimiz şey erkeklerden oluşmuştur ve erkek kadını kendi varlığı içinde değil, kendisine göre tanımlamaktadır. (Kadın - İkinci Cins 1)
  • En azından, ben öldüğümde yaşamış olacağım. (Tüm İnsanlar Ölümlüdür)
  • Birisi bana "Seyahat etmek neye yarar, insan kendisini hiç terk etmiyor ki" demişti. (Konuk Kız)
  • Bunun, bizim toplumlarımızdaki erkeklerin, benim büyüklük kompleksi diye adlandıracağım bir biçimde, üstün oldukları düşüncesini içselleştirmiş olmalarıyla da bağlantısı var. Bundan vazgeçmeye hazır değiller. Kendilerini yüceltmek için kadınları aşağı görmek ihtiyacınıu duyuyorlar. Kadınlar da kendilerini aşağı görmeye o kadar alışmışlar ki, nadir olarak eşitlik için mücadele ediyorlar. (Ben Bir Feministim)
  • Her eylem bir seçimdir. (Olgunluk Çağı 2)
  • “…insanlarla ilişkisi olmayan bir eşya olduğu izlenimine kapıldığını söyledi bana.” (Veda Töreni)
  • Bugün kimse kırbaçlamanın, şehvetin aşırılıklarıyla sönmüş gücü tazelemek gibi büyük bir erdem taşıdığını yadsıyamaz. (Sade'ı Yakmalı mı?)
  • Size yeniden kavuşma ihtiyacı hissetmiyorum çünkü sizden ayrı değilim, sizinle her zaman aynı evrendeyim. (Simone de Beauvoir'dan Sartre'a Mektuplar)
  • “Can güvenliği yerine kasıtlı olarak verimi yeğliyorlar. Yani üretimi insanların canından üstün tutuyorlar.” (Veda Töreni)
  • Ne acı, ne istek, ne umut, hiçbir şey duymuyorum. (Simone de Beauvoir'dan Sartre'a Mektuplar)
  • . Kendini bilmek mutluluğun garantisi değildir, ancak mutluluktan yanadır ve onun için savaşma cesaretini sağlayabilir. ... (Koşulların Gücü - Birinci Kitap)
  • insanlarla hiçbir zaman anlaşamayacağımın bilincine vardım (Olgunluk Çağı 1)
  • "Şu hale göre insanın yaşı 70'tir.İlk 30 yılı kendine ait olandır.Ve bu da çabuk geçer...Sonra eşekten aldığı 18 yıl gelir, bu esna da omuzların da yük taşımaktadır, başkalarını besleyecek buğdayı değirmene o vermektedir...Daha sonra köpekten aldığı 12 yıl gelir, bu esnada da kendini bir köşeden ötekine sürükleyerek homurdanır durur, çünkü artık ısıracak dişleri yoktur...Bu devre de geçtiğinde artık ömrünü tamamlamak üzere maymundan aldığı 10 yıl kalmıştır kendisine .Artık kafasına sahip değildir.Biraz da tuhaf olur ve çocukları güldüren, kendisiyle alay ettiren acaip şeyler yapar". (Yaşlılık-1 - İlk Çağı)
  • Fakirler çok defa diğerlerine oranla daha hastalıklı olurlar, çünkü konforsuz İzbelerde otururlar, gerektiği gibi beslenemezler, zor ısınırlar; üstelik hastalıklarını tedavi ettiremezler ve hastalıkları ciddileşir, çalışmalarını engeller, yoksuluklarını çekilmez hale getirir. Sefaletlerininin utancı içinde, evlerine kapanıp, her türlü toplumsal ilişkiler kaçarlar. Komşularının, yardımıyla geçirdiklerini bilmelerini istemezler; dostlar tarafından yapılacak ufak tefek hizmetlerden de askeri bakımdan kendileri yoksun bırakırlar ve en sonunda yatalak hale düşerler. (Yaşlılık-2 - Son Çağı)
  • Ahlaki tutum, teknik ve toplumsal koşullar olumlu davranışları olanaksız kılınca ortaya çıkar. Ahlâk, olanakların kıtlığı ve tekniklerin yetersizliğinin sizi içinde bıraktığı durumu yaşamaya yardımcı olan idealist çarelerin tümüdür. (Koşulların Gücü - Birinci Kitap)
  • Egemen sınıfın isteği gücü sürdürmektir ve bunun tek yolu kadınları evde tutmaktır. Kadın depolitize olursa erkeği de depolitize eder. Çünkü kadınların özgürleşmesi daima toplumsal özgürleşme ile ilişkilidir. (Kadın - İkinci Cins 1)
  • İnsan, özgürlüğünden kaçmaya meylettiği halde, özgürlüğe mahkûm bir varlıktır. (İkinci Cinsiyet)
  • - Ne kaybettin? - Gençliğimi. (Moskova'da Yanlış Anlama)

Yorum Yaz