Osmanlı - İmparatorluğun Yükselişi ve Çöküşü - Lord Kinross Kitap özeti, konusu ve incelemesi
Osmanlı - İmparatorluğun Yükselişi ve Çöküşü kimin eseri? Osmanlı - İmparatorluğun Yükselişi ve Çöküşü kitabının yazarı kimdir? Osmanlı - İmparatorluğun Yükselişi ve Çöküşü konusu ve anafikri nedir? Osmanlı - İmparatorluğun Yükselişi ve Çöküşü kitabı ne anlatıyor? Osmanlı - İmparatorluğun Yükselişi ve Çöküşü PDF indirme linki var mı? Osmanlı - İmparatorluğun Yükselişi ve Çöküşü kitabının yazarı Lord Kinross kimdir? İşte Osmanlı - İmparatorluğun Yükselişi ve Çöküşü kitabı özeti, sözleri, yorumları ve incelemesi...

Kitap Künyesi
Yazar: Lord Kinross
Çevirmen: Meral Gaspıralı
Orijinal Adı: The Ottoman Centuries
Yayın Evi: Altın Kitaplar
İSBN: 9789752109551
Sayfa Sayısı: 656
Osmanlı - İmparatorluğun Yükselişi ve Çöküşü Ne Anlatıyor? Konusu, Ana Fikri, Özeti
Atatürk kitabı yazarı Lord Kinross'dan Osmanlıları, günümüz Türkiye'sinin sorunlarını ve hatta Ortadoğu'nun bugünkü siyasi durumunu anlamamızı sağlayan oldukça önemli bir eser.
Günümüzün uluslararası güç ve çıkar rekabetinin gerçekleştiği Balkanlar, Kafkasya ve Ortadoğu coğrafyasına hâkim olmuş bir imparatorluğu anlamak, kuşkusuz bu bölgede bugün neler olup bittiğini anlamak için kritik bir öneme sahip. Bu nedenle, Osmanlılar üzerine Batı'da çok ayrıntılı, bilgi ve veriye dayalı spesifik çalışmalar üretildi. Osmanlı İmparatorluğu'nun tarihi, son dönemde özellikle Amerika'da tarihçilerin yoğun ilgi ve çalışma konusu oldu. İmparatorluğun belirli dönemlerine ait sosyal, ekonomik, politik ve kültürel konularda bilgi ve verilerle dolu akademik çalışmalar yapıldı.
Lord Kinross'un Osmanlı kitabını diğer tarih kitaplarından ayıran en önemli özellik, Osmanlı tarihinin 600 yılını, bütün yönleriyle ve gayet akıcı bir üslupla tek bir cilde sığdırması. Kinross, okuyucuya kuşbakışı olarak Osmanlı tarihini akademik tarihçiliğin ayrıntıcı, bilgi ve veriye boğulmuş tekdüzeliğinden çıkararak bir bütün halinde sunuyor. Üstelik bir roman havasında ve düşündürücü anekdotlarla. Kinross, Atatürk'ü ve Türkiye'nin modernleşmesini aynı üslupla anlattığı ilk kitabından sonra, yeni Türkiye'yi ve onun liderini çıkaran imparatorluğun büyük fotoğrafını sunuyor.
(Tanıtım Yazısından)
Osmanlı - İmparatorluğun Yükselişi ve Çöküşü Alıntıları - Sözleri
- Timur ilk kez Bayezıt'a öfkelendi. O sırada Avrupa'ya dönmüş olan sultana bir mektup yazarak tutsağın iade edilmesini talep etti. Gibbon, İranlı tarihçi Şerefeddin'in elindeki bir mektuptan alıntı yapıyor: "Küstahlığının ve çılgınlığının dayanağı nedir? Anadolu ormanlarında birkaç savaş yaptın: zavallı zaferler." İslamiyetin bir destekleyicisi olarak ikinci destekleyicinin yine de hakkını tanıdı: "Avrupa Hıristiyanlarına karşı birkaç zafer elde ettin. Kılıcın Tanrı'nın elçisi tarafından kutsandı. Kâfirlere karşı savaşarak Kuran'ın sözüne itaat etmen, İslam dünyasının sınırı ve siperi olan ülkeni yok etmekten bizi alıkoyan tek neden." Daha sonra ısrar etti: "Artık akıllan, düşün ve nadim ol; böylece, başının yukarısında tetikte bekleyen intikamımızdan kaçın. Bir karıncadan başka bir şey değilken, niçin filleri kışkırtmaya çalışıyorsun? Heyhat, seni ayaklarının altında çiğneyecekler." Bayezıt bunu ve bir sonraki mesajı küçümsemek yolunu seçti: "Orduların sınırsız kalabalık; varsın olsunlar, ama Tatarların uçan okları yenilmez Yeniçerilerimin palalarıyla savaş baltalarının yanında nedir ki? Benden koruma isteyen beyleri alıkoyacağım. Onları çadırlarımda ara." Daha da teklifsizce bir hakaretle tamamladı: "Silahlarından kaçarsam, karılarım üç kez boşansınlar, ama savaş meydanında karşıma çıkmaya cesaretin yoksa, karıların bir yabancı tarafından üç kere kullanıldıktan sonra sana dönsünler. "
- Müteferrika sözlerini şöyle bitiriyordu: “Türklerin kanun ve düzenin kabulünde bütün diğer ulusları geride bıraktıkları öteden bilinir. Yeni askeri bilimleri ve teknikleri öğrenecek olsalar, hiçbir düşman onlarla başa çıkamaz.
- Osmanlılar ileride bir imparatorluk olma yazgılarını başlangıçta bir coğrafi rastlantıya borçluydular.
- Osman'ın kendisine miras kalan toprakları komşularının zararına genişletmekte acelesi yoktu. Ağır, fakat garantili planı, gözlemlemek ve beklemek, yaşamak ve öğrenmek, Bizans topraklarına ancak adım adım sızmaktı. Tahkim edilmiş üç imparatorluk kenti, Bizans'ın Asya'da kalan topraklarına egemendi. Güneydeki Bursa Olimpos Dağı'nın (Uludağ'ın da dahil olduğu dağ kitlesi) yamaçlarından itibaren zengin Bithynia (Anadolu'nun kuzeybatısındaki bölge) ovasına hâkimdi. Merkezde bir gölün başındaki Nikaea (İznik) fiili başkentti. Kuzeyde Nikomedia (İzmit) limanı İstanbul'a uzanan denizyoluna ve Karadeniz'e uzanan karayoluna hâkimdi. Bunların hepsi Osman'ın başkentine sadece bir günlük mesafedeydiler.
- İtalyan asıllı bir yorumcu Türk askerleri hakkında şöyle diyordu: Türkler askerlerimizden üç nedenle çok üstün: Komutanlarına anında itaat ediyorlar; Savaşta hayatları için en küçük bir endişe duymuyorlar; Çok uzun bir süre ekmeksiz ve şarapsız, sadece arpa suyuyla yetinerek yaşayabiliyorlar.
- Ama son dakika, yani 1402 ilkbaharında doğudan gelen muazzam bir tehlike Bayezıt’ı engelledi. Bütün seferlerden vazgeçildi; Balkan yarımadasında Müslüman ya da Hristiyan bütün kuvvetler hızla Küçük Asya’ya geçirildiler. Dünyayı sarsan yeni bir fatih batıya doğru ilerliyordu. Bu yeni fatih Cengiz’in soyundan gelen biriydi, adı TİMURLENK’di.
- Köprülü Mehmet Paşa ölüm döşeğindeyken o sırada yirmi yaşında olan sultan IV. Mehmet’e dört davranış ilkesini miras olarak bıraktı: kadın tavsiyesine hiç kulak asmamalıydı; herhangi bir tebaasının fazla zenginleşmesine hiçbir zaman meydan vermemeliydi; devletin hazinesinin her daima dolu olmasına dikkat etmeliydi; daima at sırtında olmalı, orduları sürekli eylem durumunda bulundurmalıydı.
- Bir misafirhaneyi ziyaret eden İbni Battuta: ...her davranışlarıyla bizde hayranlık uyandırdılar. Cömertlikleri ve tanrı vergisi soylulukları karşısında şaşırıp kaldık.”
- Osmanlı deniz ticaret filosu oluşturulması teklif edildi. Yabancı krediler finansal krize bir deva olarak görüldü. Ancak bir Müslüman Hükümeti'nin bir Hristiyan ülkesinden borç alması onur kırıcı sayıldığından bu önlemlere şiddetle karşı konuldu, oysa kredi verecek hiçbir "Müslüman" ülkesi yoktu.
- Sultan, “Şehir bizim,” diye bağırarak Yeniçerilerinin Aziz Romanus Kapısı’na son bir saldırıda bulunmalarını emretti. Saldırının başında (Ulubatlı) Hasan adında Anadolulu bir dev vardı.
- Osmanlılar üstelik Bizans’ın Konstantinopolis’ine Rumca is tin poli, yani “şehre doğru” kelimelerini yozlaştırarak İstanbul adını takmışlardı.
- Peygamberin yasağına karşı vicdanları rahatlatmak için şeyhülislam kuralları çarpıtan bir fetva çıkarmıştı. Buna göre, padişahın kendisi içmeyi yeğlediği takdirde, şarap içmek hoş görülebilecekti; Selim’in saltanatının ilk fermanıyla şarap satış ve tüketimindeki kısıtlamaları kaldırması, halkın arasında bir espri konusu olmuştu. Şöyle ki, “Bugün şarabımız için nereye gideceğiz? Şeyhülislama mı, kadıya mı?” sorusunu esinlemişti.
- Bu öylesine bir yenilgiydi ki, Osmanlı Türklerinin fatih bir millet olarak prestijini sonsuza dek kaybettiriyordu.
- Göçer dalgaları yüzyıllar boyunca yüksek Avrasya bozkırlarından batıya, Çin sınırlarından başlayarak Türkistan üzerinden daha ötelere doğru aralıksız aktı durdu. Kırsal kesimlerde çadırlarda yaşayan, hayvancılıkla uğraşan, besin ve giyim kaynağı olan sürülerini beraberlerinde taşıyan bu insanlar dönem dönem mevsimlik meralara doğru yer değiştiriyorlar; daha verimli bölgeler bulmak veya kendilerini izleyen akraba göçerlerin baskısından kaçmak için sürekli ilerliyorlar; bazen sürülerinden elde ettikleri ürünleri kentlilerle çiftçilerin ürünleriyle takas ediyorlar; daha seyrek olarak kendileri de sulak bir vahaya yerleşip çiftçilik yaşamını benimsiyorlardı. Kırsal yaşamlarına devam etmek için doğaya karşı aralıksız bir savaş sürdürmek zorunda olan düzensiz akraba kabilelerinden oluşan bu bozkır göçebeleri kendi özel enerjilerini, hünerlerini, geleneklerini ve âdetlerini geliştirdiler. Sonradan Türk adıyla anılacak olan güçlü bir halk da aralarında yaygın şekilde yer alıyordu. Çinlilerle diğer komşuları için onlar Tu-Kueh’ler ya da Dürkö’lerdi. Bu savaşçı ırk, adını (söylendiğine göre) bölgelerindeki miğfer biçiminde bir tepeden almıştı. Erken dönemlerde Hunlarla özdeşleştirilen Türkler, Moğollarla ve sonradan Finler, Macarlar olarak bilinecek halklarla akrabaydılar. MS altıncı yüzyılda kendilerine benzer bir ulusu fethederek sonradan Moğolistan olarak bilinecek bir ülkeye egemen oldular. Buradan itibaren bozkırın kuzeyine, güneyine ve batısına doğru uzanan geniş bir alana yayılarak şimdiye kadar bilinenlerin en büyüğü olan bir göçebe imparatorluğu kurdular. Yayıldıkça bütünlüklerini yitirmekle beraber, belirgin bir ırk ve dil özelliğini korudular. Ortak kimlik duyguları o kadar kuvvetliydi ki Şamanist inançları uyarınca toprağa, havaya, ateşe ve suya taparken bu doğa öğelerinden Türk olarak söz ediyorlardı. Çok geçmeden gelişerek basit kırsal barbarlığı geride bırakan bu Türkler, kendi ataerkil klan toplumlarının sınırları içinde sıradan aşiret reislerinden daha fazlası olan hükümdarlarla ve egemenlikleri altındaki vassal kabilelerle kendilerine ait bir uygarlık kurdular. Oğuz adıyla bilinen boylar efsanevi bir bozkurt rehberliğinde ve batıya doğru yol alarak sekizinci yüzyıl başlarında Maveraünnehir’deki Semerkant’a ulaştılar. Bu boya ait Selçuk Kabilesi Orta Asya’nın batısına egemen oldu. Yayılmacı bir politika izleyen yeni bir ırk olan, İslam Halifeliği’nin Arapları da, aynı tarihlerde Arabistan’dan kuzeye ve batıya doğru yayılarak Pers İmparatorluğu’nu fethetmişlerdi. Türk kuvvetleri önlerinde dağıldılar, ama iki ulus arasındaki ticaret ve kültür ilişkileri sürdü. Kervan yolları boyunca temel tarım ve hayvancılık ürünlerinin ticaretini yaparak bundan iki yanlı olarak yararlandılar. Dahası, Türkler, dokuzuncu yüzyıldan itibaren putperestlik inançlarına sırt çevirmeye ve İslamiyeti benimsemeye başladılar. Araplar, Türklerin savaşçı özelliklerini kısa zamanda fark etti. Göçebe yaşam biçimi Türklerde direnç, özdisiplin ve öngörü gibi ahlaksal değerlerden başka, savaşçı ruhu, hareketlilik, binicilik hüneri ve at üstündeki nişancılık alanında olağanüstü bir beceri gibi özellikler geliştirmişti. Abbasi halifelerinin orduları böylece Türkleri de saflarına katmaya başladı. Müslümanlığı benimseyen bu insanlar her ne kadar üstün dereceli kölelik statüsünde iseler de, terfi yoluyla yükselme olanağına sahiptiler. Sonuç olarak dokuzuncu yüzyıl sonlarında Arap-İslam İmparatorluğu’ndaki çoğu askeri komuta ve birçok idari konum Müslüman Türklerin elindeydi. On birinci yüzyılda imparatorluğun yıldızı sönmeye başlarken Selçuk hanedanı kendine ait bir imparatorlukla boşluğu doldurdu. Abbasi halifelerinin geleneklerine dayanan ve diğer Türk-İslam beyliklerini özümseyen bu İslam devleti, ok ve yayı hükümranlığının simgesi olarak kabul ederek İran’ı, Mezopotamya’yı ve Suriye’yi hâkimiyeti altına aldı. Bozkırların göçer halkı böylece yerleşik bir düzene geçmiş oldu. Selçuklu Türkleri, Hunlar, Moğollar ve kısa ömürlü Avarlar gibi tarihteki diğer göçer halklardan farklı olarak yerleşik yaşamın sorunlarıyla başa çıkarak kalıcı ve üretici olmayı başardılar. Kendi gelenekleriyle göreneklerini yerleşik bir uygarlığın amaçlarına uydurdukları gibi, yapıcı bir devlet yönetimine sahip imparatorluk kurucuları olarak ortaya çıktılar ve İslam dünyası yeni bir toplumsal, ekonomik, dinsel ve entelektüel gelişim sürecine girerken tarihe olumlu bir katkıda bulundular. Bozkırların bu savaşçı ve çoban kökenli göçebeleri kentli-yönetici, tacir, yapımcı, arazi sahibi, çiftçi, yol, kervansaray, cami, okul ve hastane yapımcıları oldular. Perslerle Arapların onlardan önce yaptıkları gibi bilimi, felsefeyi, edebiyatı, güzel sanatları geliştirdiler ve teşvik ettiler. Bununla birlikte, göçer olarak yaylalarda dolaşan kalabalık ve hemen hemen özerk bazı Türk toplulukları Selçuklu Devleti’nin yerleşik ve merkezileşmiş yaşamının dışında kalmıştı. Şamanizmden vazgeçmemiş diğer çoban topluluklarıyla birleşmiş haldeki savaşçı gruplar, başlangıçta Selçuklu savaş kuvvetlerinin dayanağı olmuşlardı. Oysa şimdi yerleşiklerin eyaletlerine baskınlar yapıyor ve kural tanımaz, çapulcu karakterleriyle merkezi hükümeti uğraştırıyorlardı. Devletten ayrı, kendilerine ait bir kültür ve karşıt görüş sahibi bir toplum oluşturarak kolektif biçimde Türkmen adını aldılar. Bu ismin sadece Türkmenlerin Müslüman üyeleri için kullanıldığını belirtelim. Daha önceki bir halk hareketinin ürünleri olan “dinin kutsal savaşçıları” Gaziler bunların arasında başı çekiyordu. Gönüllüler, çok kere serseriler, kaçaklar, hoşnutsuzlar ve karınlarını doyurmanın peşindeki işsizler gibi karışık bir kalabalığın arasından toplanan bu kişilere verilen görev “kâfirlere” karşı savaşmaktı, asıl amaçları ise yağmaydı. Geleneksel olarak yaya savaşçılar olarak savaşırlar, İslamın sınırlarının ötelerine akınlar yaparlardı. On birinci yüzyılda batıda, Küçük Asya’da Selçuklu ve Bizans imparatorlukları arasındaki oynak sınırlarda faaliyet gösteriyorlardı. Buralarda Akritai namındaki Yunan sınır savaşçıları ve akıncılarıyla karşılaştılar. Bunların savaş gelenekleri ve herhangi bir merkezi otoriteden yalıtılmışlıkları o dereceydi ki çoğu kez herkese neredeyse askerlik arkadaşları gibi gözüküyorlardı. Diğer Türkmen öğelerinin eğilimi de Bizans savunmalarının zayıfladığı bir dönemde sınırlarını yeni sömürü alanları peşinde genişletmek ve sınır ötesindeki akınlarda Gazilere katılmaktı. Tarafsızlığıyla Suriye yönünü güven altında tutan Bizans İmparatorluğu’yla savaşmak, güneyde bir İslam İmparatorluğu’nun fethine kararlı Selçuklu sultanlarının politikasının parçası değildi. Savaşçı Gazilerle çapulcu Türkmen kuvvetlerinin ortak gücü nedeniyle bir emrivaki olarak bu harekete katıldılar. Selçuklu Hükümeti bu duruma saygı göstermek ve eğer mümkünse bundan çıkar sağlamak durumundaydı. Selçuklu Sultanı Tuğrul böylece kutsal savaşçıları, Bizans’ın asi bir eyaleti olan Hıristiyan Ermenistan Devleti’ne karşı peş peşe savaştırmakla Müslüman eyaletlerini yağmalamaktan alıkoydu. Bu savaşçıların savaştaki başarılarını, kapsamı ve cüretkârlığı artan akınları izledi. Böylece, doğudan Orta Anadolu’ya, hatta Ege kıyılarına kadar sızabildiler. Bizans İmparatoru IV. Romanus Diogenes giderek zayıf düşen ülkesine yapılan bu akınlara misillemede bulunma mecburiyetini hissetti. Ermenistan üzerinde tekrar hâkimiyetini kurmak amacıyla büyük ölçüde yabancı paralı askerlerden oluşan karışık bir orduyla Türklerin üzerine yürüdü. 1071’deki Malazgirt (Manzikert) tarihi sınır savaşı imparatorun yenilgisi ve Selçuklu Sultanı Alpaslan’a (Yiğit Aslan) esir düşmesiyle sonuçlandı. Yunanlılar tarafından “korkunç gün” diye sonsuza dek hatırlanacak bu savaş, iki imparatorlukla iki dinin tarihi karşılaşmasıydı ve Türklere temelli olarak Küçük Asya’nın yolunu açacaktı. Malazgirt Savaşı gelecekte daha ilerilerinin fethinin çok ciddi işaretlerini taşıyordu. Ancak şimdilik fethedilen toprakların durumunda ani bir değişiklik içermiyordu. Çünkü Selçuklu Devleti’nin muvazzaf kuvvetlerinden çok savaşçı milisler tarafından kazanılmış bir zaferdi. İvedi sonucu Gazilerin karışık sınır bölgesi uygarlığının Küçük Asya’nın doğusundan Küçük Asya’nın ortasına uzamasıydı. Türkmen göçerler şimdi onların arkasında sınır engeliyle karşılaşmadan yeni ülkelere yayılıyorlardı. Onlarınkisi, fethedenle edilenin ortak ve Türkleri tamamen yabancı olarak görmeyen Anadolulularla Ermeniler tarafından da paylaşılan bir yaşam biçimi ve kültürdü. Paul Wittek bu konuda şöyle yazar: “Sadece Bizans cilası kaybolmuş, yerini İslamiyet almıştı. Yerel alt tabaka ayakta kalmıştı.” Öte yandan gözünü hâlâ İslam dünyasına dikmiş olan Selçuklu Devleti, Bizans’ın bir bölümünün fethini zorlamakta acele etmiyordu. Yöneticileri tutsak imparatoru salıverdikten sonra fethedilen bölgeleri Süleyman adında bir Selçuklu beyinin işgalinde bırakmakla yetindiler. Öte yandan, on birinci yüzyılın sonlarına doğru Birinci Haçlı Seferi Küçük Asya’yı hedef alarak İslam ve Hıristiyan dünyaları arasında akışkan bir sınır yarattı. Selçuklular ancak on ikinci yüzyılın ortalarında eski İslam dünyasına sırt çevirerek Küçük Asya’da kendi sultanlar hanedanı olan sağlam temeller üzerindeki bir devlet kurdular ve Orta Anadolu’yu Konya kentindeki başkentlerinden yönetmeye giriştiler. Hanedanları diğer İslam devletleri arasında Rum Sultanlığı olarak tanındı. Arap dilinde “Roma” imparatorluğunun bu son kalıntısına miras yoluyla konacağını farz eden “Roma Sezarları”ydılar. Bizans Hıristiyanları Malazgirt’ten bir yüz yıl sonraki Miryakefelon (Myriokephalon) Savaşı’ndan sonra Batı Anadolu’da üzerinde anlaşmaya varılmış bir sınırın ya da “sınır bölgesi”nin arkasında güçlü bir Selçuklu Devleti’yle barışçıl ilişkiler içinde hüküm sürmeye devam ettiler. Böylece, İslam dünyasında Büyük İran Selçukluları geçmişleri sayesinde prestij kazanan Anadolu Selçukluları güçlü ve zengin bir devlet oldular ve on üçüncü yüzyılın ilk yarısında güçlerinin doruğuna ulaştılar. Ama bu uzun sürmeyecekti. Çünkü şimdi yeni ve daha güçlü bir göçer akını üzerlerine boşanmıştı; gelenler akrabaları Moğollardı. Kendilerinden önce Türklerin de yaptıkları gibi Avrasya bozkırlarına boşandılar; kuzeyde Rusya’ya, doğuda Çin’e aktılar, batıda da Asya’yı aşarak İslam dünyasını sardılar. Onlarınki, yüzyılın başlarında Cengiz Han tarafından başlatılan, şimdi de vârisleri tarafından sürdürülen bir istilaydı. Türk göçerleri önleri sıra sürüldüler, ta ki yeni Türkmen kavimleri Küçük Asya’ya akarak Anadolu Selçuklu Devleti’ni boydan boya güvensizliğe düşürene dek. Bu kavimlerin ardı sıra vahşi bir hamleyle Moğol orduları geliyordu. 1243’de o zamana kadar yenilmemiş olan, üstelik Bizans askerleri ve normal paralı askerler tarafından desteklenmiş Selçuklu Ordusu’nu Sivas’la Erzincan arasındaki Kösedağ’da bozguna uğrattılar ve ülke topraklarıyla kentlerinin istedikleri kadarını işgal ettiler. Küçük Asya tarihi bir günün içinde değişmişti. Büyük İran Selçukluları gibi, Anadolu Selçuklularının da iktidarı artık yok olmuştu. Konya’daki Selçuklu sultanları Hülagu’nun kumandasındaki bir Moğol Devleti’nin uyrukları oldular. Ancak diğer göçer ulusların yerleşik bir toplum üzerindeki hükümranlığı gibi, Moğolların iktidarı da geçici oldu ve Küçük Asya’da sadece bir kuşak boyunca sürdü. Ne var ki onları izleyen iktidar Selçuklularınki olmayacaktı. Küçük Asya’nın yönetim modeli bu arada herhangi bir merkezi otoriteden bağımsız eski sınır bölgesi uygarlığına dönüş yapmıştı. Yaya savaşçılar bir kez daha yürüyüşe geçmişlerdi. Bizans sınır bölgesinde hiçbir engelle karşılaşmadan kentleri yağmalıyor, hatta zapt ediyorlardı. Çok geçmeden yalnızca eskisi gibi Türkmen aşiretleri değil, aynı zamanda eski Selçuklu Devleti’nden mülteci kafileleri, hatta “kutsal kişiler”, Türkistan’la İran’dan kaçan ve Türklerin “kâfirlere” karşı savaş heveslerini hortlatan farklı mezheplerden şeyhlerle dervişler de onlara katıldılar. Güç şimdi bu Gazilerin elindeydi. Bizans savunmalarındaki zayıflamadan yararlanarak ve eskisi gibi bağnazlıktan başka toprak ve yağma gereksinmeleri tarafından güdülerek bölünmüş ve güvensiz bir Yunan Hükümeti tarafından ihmale uğramış, “kardeş düşmanlar” Akritailerin fazla bir direnişiyle karşılaşmayarak ve hemen hemen hiç engel görmeden Küçük Asya’nın batısına aktılar. 1300 yılında buradaki eyaletlerin çoğu Bizans’ın elinden çıkmıştı. Aralarında savaşan aşiret reisleri yaklaşık on yerleşik Gazi Beyliği’nin başbuğu oldular. Bunlardan biri olan Osman’ın beyliğinin kaderinde büyüyüp büyük bir dünya gücü, Osmanlı İmparatorluğu olmak vardı. Bizans İmparatorluğu’nun çöküşünün bıraktığı boşluğu dolduracak ve aynı hanedanın önderliğinde altı yüz yıldan uzun bir zaman sürecekti.
- Bayezıt böylece Osmanlı Hanedanı’nın tarihinde kök salacak olan kardeş katli uygulatmasını başlatmış oldu.
Osmanlı - İmparatorluğun Yükselişi ve Çöküşü İncelemesi - Şahsi Yorumlar
Osmanlı Devletini bir de yabancı bir yazarın kaleminden okumak nasıl olacak merak ettim. Yaşadığımız tarihi Türk yazarlardan okumak daha milli duyguları kabartma da mesela Ilber Ortaylı,Halil İnalcık,Sinan Meydan...tercih ettiğim yazarlar ama içeriden ,milletin içindeyken daha zordur objektif olmak (Ayşe Okşan Üçgöz)
Batının Osmanlıya Bakış Açısı: . Öncelikle kitabın dili akıcı, muhtevası güzel. Lakin kendisi güzel mi? Bu sorunun cevabı okuma gayesine göre değişir. Kitap batının Osmanlıya bakış açısını anlamak ve Osmanlı tarihinin genel hatlarını öğrenmek için güzel bir eser. Eğer amacınız buysa iyi bir tercih olacaktır. Mesela Balkanlarda Osmanlının neden hızlı ilerlediğini, son dönemlerinde ki Rus çekişmesinin devlete etkilerini, gerileme ve Reform dönemlerinde ülkenin durumunu güzel anlatmış. Yıldırım Beyazıt - Timur çekişmesini Timur'un tarafından anlatarak bildiğimizden farklı bir bakış açısı sunması da hoşuma gitti. Lakin kitabın içinde ne yazık ki IV. Murat'ın çayırda dans eden kadınları ses çıkarıyorlar diye boğdurması, Abdülmecid'in üç bin harem ağasına ihtiyaç duyacak kadar geniş bir hareminin olması, delilerin İslamda kutsal sayılması gibi hurafeler de mevcut. Bu anlamda temel bir kaynak olarak alınacak bir kitap da değil. Açıkçası sayın Kinross'un kitap/ataturk--132913 kitabını daha çok beğenmiştim, bu eserinde arada kaldım. Kararı okuyucuya bırakıyorum. (Behzat Aktura)
Bana göre kaynak kitap olarak gösterilemez, çünkü yazar da başka kaynaklardan derleyerek yazmış kitabı ve o kaynaklardan bazıları şaibeli. Ama yabancıların Türk tarihine nasıl bir gözle baktığını anlamak için okunmalıdır. İyi Okumalar (Börü)
Osmanlı - İmparatorluğun Yükselişi ve Çöküşü PDF indirme linki var mı?
Lord Kinross - Osmanlı - İmparatorluğun Yükselişi ve Çöküşü kitabı için internette en çok yapılan aramalardan birisi de Osmanlı - İmparatorluğun Yükselişi ve Çöküşü PDF linkidir. İnternette ücretli olarak satılan çoğu kitabın PDFleri bulunmaktadır. Ancak bu PDF'leri yasal olmayan yollarla indirmek ve kullanmak hem yasalara hem de ahlaka aykırıdır. Yayın evlerinin sitesinden PDF satılıyorsa indirebilirsiniz.
Kitabın Yazarı Lord Kinross Kimdir?
Patrick Kinross, bilinen adıyla Lord Kinross, (d. 1904 - ö. 1976) İskoç soylusu Mustafa Kemal Atatürk hakkındaki biyografisi ve Ortadoğu ülkelerine ilişkin diğer eserleriyle ün kazanmıştır. Bu eserlerinden biri de pek çok otorite tarafından beğeni kazanmış "Osmanlı İmpratorluğun Yükselişi ve Çöküşü" kitabıdır.
İkinci Kinross Baronu Patrick Balfour'un oğlu, eski başbakan ve 1. Dünya Savaşı yıllarında Dışişleri Bakanı olan Arthur Balfour'un akrabasıydı. Oxford'da okudu. 1938'de ressam John Spencer-Churchill'in eski eşi Angela Mary Culme-Seymour ile evlendi. 1942'de eşinden boşandıktan sonra eşcinsel tercihlerini açıkça ortaya koydu. 1952'de İngiltere hükümeti tarafından Atatürk hakkında bir biyografi yazmakla görevlendirildi. 1960'ta yayımlanan kitabı Atatürk hakkında bugüne dek yazılan en başarılı biyografilerden biri olmakla birlikte, yer yer eleştirellikten uzak tavrı nedeniyle eleştirilmiştir.
Kinross, akrabası ve aile dostu olan Balfour'un başbakan Lloyd George'a karşı siyasi polemiğini sürdürmekle de suçlanmıştır.
Lord Kinross Kitapları - Eserleri
- Atatürk
- Osmanlı - İmparatorluğun Yükselişi ve Çöküşü
- Kutsal Anadolu Toprakları
Lord Kinross Alıntıları - Sözleri
- “Gecenin en karanlık olduğu ve hiç bitmeyecek sanıldığı zaman, gün doğuşunun en yakın olduğu zamandır.” (Atatürk)
- Mustafa Kemal, gözleri parlayarak, İstanbul’a dönmelerine izin vermeyeceğini bildirdi. Konuşmalarını trende ve daha ciddi olarak, Ankara’da sürdüreceklerdi. “Bir süre için, biz Anadoluluların misafiri olacaksınız, ” dedi. (Atatürk)
- İtalyan asıllı bir yorumcu Türk askerleri hakkında şöyle diyordu: Türkler askerlerimizden üç nedenle çok üstün: Komutanlarına anında itaat ediyorlar; Savaşta hayatları için en küçük bir endişe duymuyorlar; Çok uzun bir süre ekmeksiz ve şarapsız, sadece arpa suyuyla yetinerek yaşayabiliyorlar. (Osmanlı - İmparatorluğun Yükselişi ve Çöküşü)
- Arap'ın bir ırkçı, Yunanlı'nın bir politikacı olduğu yerlerde, Türk bir vatanseverdi. Bir vatansever olarak, yandaşlarıyla ve dostlarıyla işbirliği ruhuna sahipti. Cesarete ve bir savaşçının acımasızlığına sahipti. Güçlü ve sessiz, az konuşan ama konuştuğunda büyük anlamlar yansıtan adamın içtenliğini taşıyordu. (Kutsal Anadolu Toprakları)
- “Büsbütün unutulmaktansa hiç doğmamış olmayı yeğlerim.” (Atatürk)
- Köprülü Mehmet Paşa ölüm döşeğindeyken o sırada yirmi yaşında olan sultan IV. Mehmet’e dört davranış ilkesini miras olarak bıraktı: kadın tavsiyesine hiç kulak asmamalıydı; herhangi bir tebaasının fazla zenginleşmesine hiçbir zaman meydan vermemeliydi; devletin hazinesinin her daima dolu olmasına dikkat etmeliydi; daima at sırtında olmalı, orduları sürekli eylem durumunda bulundurmalıydı. (Osmanlı - İmparatorluğun Yükselişi ve Çöküşü)
- Mustafa Kemal sonra, bu olayı arkadaşlarına anlatırken, İşte ben Türk köylüsünün de böyle olmasını istiyorum. dedi. Köylü memleketin efendisi durumuna gelmedikçe, Türkiye'de gerçek bir ilerlemeden söz edilemez. Kafasında, ilerideki Kemalist slogan böyle filizlenmişti: Köylü, memleketin efendisidir. (Kutsal Anadolu Toprakları)
- ..sıradan bir gülüş değildi bu, daha çok mutlu olan ve neden mutlu olduğunu da bilen bir adamın derin, sıcak bir kahkahasıydı. İşte Rize'ye gelmiştim. (Kutsal Anadolu Toprakları)
- Bir insanı tanımak için olduğu gibi, bir kenti tanımak için de onunla yalnız kalmak, onu Tète a tète (baş başa) incelemek gerekir. (Kutsal Anadolu Toprakları)
- Osmanlılar ileride bir imparatorluk olma yazgılarını başlangıçta bir coğrafi rastlantıya borçluydular. (Osmanlı - İmparatorluğun Yükselişi ve Çöküşü)
- Doğuda, sistemden çok insanın kendisine itibar edilirdi. (Kutsal Anadolu Toprakları)
- "The more I consider my dilemma, the more hopeless does its solution appear to me." (Kutsal Anadolu Toprakları)
- “Amacımız ölmek değil, ihtilali başarıya ulaştırmak ve düşüncelerimizi gerçekleştirmektir. Bunları halka benimsetmek için de, yaşamak zorundayız,” (Atatürk)
- Osmanlı İmparatorluğu zamanında Türkiye Batı'nın ortasında merkezlenmiş bir Doğu gücüydü. Bugünkü Türkiye ise imparatorlukla ilişkisini kesmiş durumdadır ve paradoksal bir şekilde Doğu'nun ortasındaki bir Batı gücü haline gelmiştir. (Kutsal Anadolu Toprakları)
- Okula sadece bir yıl devam edebilmiş, sonra marangoz olan babası onu okuldan alıp bir işe vermişti. Bu yüzden sadece büyük harflerle yazabiliyordu. .. Sadece bir kelimeyi küçük harflerle yazabiliyordu ve bunu da bana gösterdi: "Anne." (Kutsal Anadolu Toprakları)
- Mustafa Kemal, “Söylediğiniz doğrudur general, ” dedi. “İçinde bulunduğumuz durumda yapmak istediğimiz şey, ne askerlik açısından, ne de başka bir açıdan açıklanabilir. Ancak, her şeye rağmen, yurdumuzu kurtarmak, özgür ve uygar bir Türk devleti kurmak, insan gibi yaşayabilmek için yapacağız bunu.” (Atatürk)
- "Bir çocuğun en iyi arkadaşı kitabıdır." (Kutsal Anadolu Toprakları)
- ..bunlar, sırayla, bir Türk, bir Rus topraklarında yapılan, bir çeşit tören diyebileceğimiz nezaket toplantılarıydı ve mutlaka resmi bir öğle yemeğiyle noktalanıyordu. Türkler bu vesileyle genellikle bir koyun keserlerdi. Ruslar ise havyar, votka buna benzer şeyler ikram ederlerdi. Ruslara, alışık olmadıkları bollukta bir ziyafetin artıklarını yiyip bitirme fırsatını vermek için, Türkler bu yemeklerden sonra, bir süre arkalarını dönmeyi öğrenmişlerdi. (Kutsal Anadolu Toprakları)
- “Ayaklarının ucuna basarak dışarı çıkan subayın kim olduğunu biliyor musunuz?” dedi. “Mustafa Kemal. Bir gün büyük bir adam olacak ve sadece Türkiye’ye değil, bütün dünyaya ün salacak.” (Atatürk)
- Mustafa Kemal, “Gerçekler, ne kadar acı olursa olsun, daima göz önünde tutulmalıdır,” (Atatürk)