matesis
dedas

Şehre Sığınmak

Şehre Sığınmak

            Ne okuduğu satırlardan duyduğu hazımsızlık, ne tarlanın hasadı, ne şehrin çarpıklığı, ne çarşı pazarın kalabalığı, ne beyninin içinde çın çın öten yalnızlık, ne kalbi ile beyni arasındaki hesapsız çekişme, ne hırçın ihtirasları, ne de bunca didiştiği kendisiyle … İşte, bütün bu heyulalara bir son vermek an meselesiydi her seferinde. Tek yapması gereken sığınağa ulaşmaktı, ama asalak bir sığıntıya dönüşmeden.

            Ne’den kaçar insan?

            Neye sığınır?

            Ve nasıl umar arar?

            Ne zaman daralsa, gözleri uykuyla darılsa şehre sığınmaya, ona sarınmaya koşardı. Buradayken bütün masalların sâhiciliğine inanır, taş yapıların kendisine göz kırptığını hissederdi. Gül, reyhan ve akasyaların cezbedici esintilerinin daha iyi duyumsandığı, dar kaldırımlardan birilerine çarpmadan yürünebildiği,  günün şehri ışıtmaya başladığı ilk saatleri tercih eder, dışarıdan bakıldığında başıboş ve amaçsızmış gibi görünen bir edâyla ağır ağır adımlardı caddeyi. Sabahın bu ilk saatleri, fecrin bereketini her köşe bucağa cömertçe yetiştirirdi.

            Uzun cadde üzerinde epeyce yürür, hiç olmadığı kadar huzur bulurdu. Çöp yığınlarını büyük bir beklenti ve iştahla karıştıran insana alışkın kedilerin uzaktan yaltaklanmalarına aldırış etmez, yanından geçtiği veya gözünün iliştiği her yapıyı, onları belki yüzlerce defa görmüş olmasına rağmen, onları ilk defa gören meraklı turistler gibi hayret ve merak hissederdi. Emir Hamamı, Surp Kevork Kilisesi, Şatana Konağı, onun karşısında elif azâmetiyle yükselen Şehidiye, Vali Konağı, Sabancı Müzesi, kısa bir süre önce bir oldu bittiye getirilip kapı dışarı edilen Mimarlık Fakültesi öğrencilerine ev sahipliği yapan eski hükümet konağı binası ve daha pek çok yapının önünden geçerken onları seyre dalmaktan her defasında doyumsuz bir haz alırdı.

            İnsanda, şehrin tepesine bir taç geçirilmiş izlenimi uyandıran şehrin kalesine her bakışta diğerlerinde duyduğu hazzı ve mutluluğu duymazdı çoğu kez. Daha çok esef ve özlem hissi ağır basardı. Sarp kapıları, kendisi gibi şehir sakinlerine sonuna kadar açık olması gereken kaleye girmek epey zamandır yasaktı. Bu yüzden kaleye hep iç burukluğuyla bakmış, bu yönüyle onu parmaklıklar arasında tutsak edilen görkemli bir sevgiliye benzetir, içlenirdi. Benzer burukluğu, en son yapılan düzenlemelerden sonra modern bir görünüme kavuşan fakat bütün ruhunu kaybedip iyice anlamsızlaşan şehir meydanının baş ucundaki pek de büyük sayılmayacak sevimli şehir müzesi binası için de duyar olmuştu. Küçük bir grubun manipülasyonuyla müzenin boşaltılarak binanın el değiştirmesine karar verilmişti. Bunun karşısında bürokrasi, adet olduğu üzere talimata harfiyen uyarken, şehrin söz sahibi kalantor eşrâfı ve kimi “kahve döğücünün hınk deyicileri” ise vazife savmak kâbilinden cılız birkaç tepkiyle yetinmişti. Samimi çaba gösterenler de vardı tabi.

            Şehirde bunun gibi bazı olumsuzluklar hep olurdu. Şehre gerektiği kadar sahip çıkılmamasına oldum olası kızardı. Böyle belli konulara karşı duyarsızlık almış başını gidiyordu. Sosyal meselelerde, politik arayışlarda, kurumların işleyişinde ve sivil toplum alanında pek çok aksaklık gözlemlerdi. Bütün bunlara kızar, öfkelenir ve “sahibi çok ama sahip çıkanı olmayan memleket” derdi. Fakat yine de yaşadığı şehri bir anne gibi görür, annesinden tokat yedikten sonra tekrar annesinin şefkat kucağına sığınan bir çocuk gibi  sızlanır ama yine de ait olduğu şehre sığınırdı.

            Neden sonra, aylak sarhoşların duvarlara çarpıp yankılanan korkunç narâlarını duyumsar gibi oldu. Caddenin ara sokaklarına kusmuklarını ve daha başka fazlalıklarını bırakan sarhoşların geceden hatıra bıraktıkları bu iğrenç kalıntılar, gün batımı ve gün doğumu arasındaki sürede buralarda neler yaşanmış olabileceği hakkında yeterli açıklamayı sunuyordu. Şehrin kalbi sayılabilecek bu yerde içkisiz eğlence mekânı artık kalmamıştı neredeyse. İğrenilesi manzaraların ötesinde; kavgalar, gürültü patırtılar ve hatta adam yaralamalara varan bu uygunsuzlukların temelinde bu vardı. Oysa birkaç yüzyıldır pek kısa aralıklarla dizili bulunan onca ibadethane ve okulun bu kadar yanınca böyle mekânlara ruhsat verilmiş olması kanun nizama da uygun değildi. İşin aslı, bazen herkes kör, herkes dilsiz, herkes sağır olabiliyordu.

            Yeterince ilerlediğine kanaat getirdikten sonra karşı kaldırımdan geri dönecekti. Bu arada saat biraz daha ilerlemiş bulunuyordu. Dükkanlar tek tük açılmaya başlamış, bir çırpıda yukarı kaldırılan kepenklerin sesleri etrafta pervasızca yankılanıyordu. Aşağı sokakta bakır ustalarının tak tak çekiç sesleri iyiden iyiye duyulur olmuştu. Motorlu araçların girmesine izin vermeyecek ölçüde dar sokaklarda, abbara altlarından geçen çöp merkepleri de belli ki yükünü almış ilerliyordu. Bu, taş sokaklardan yürürken çıkardıkları nal seslerinden anlaşılıyordu. Bütün bu seslere arada bir karışan ve nereden yükseldiği anlaşılmayan insan haykırışları da eşlik ediyor şehrin senfonisi yavaştan toparlanıyordu.

            Az ötedeki esnaf çayhanesi şimdilik caddenin en canlı mekânlarından biriydi. Sabah namazını oraya yakın camilerden birinde kılmayı alışkanlık hâline getiren yaşlı amcalar ve hayata sabahın ilk ışıklarıyla başlayan diğer müdavimlerin hıncahınç doldurduğu çayhanede bunlardan daha çok, evden çıkıp işe giderken yol üzerindeki bir fırından içi görünen ince şeffaf bir poşet içinde satın aldığı bir iki poğaça veya simiti koca bir bardak koyu kaçak çayla yemeye gelmiş emekçiler olurdu. Kimseyle göz göze gelmemeye ihtimam göstererek, bakışlarını hızlıca içeride gezdirdikten sonra sessizce boş bir iskemleye oturdu. Karşı duvarda asılı bulunan Şahmaran tablosunu karşıdan görebilecek şekilde oturmuştu her zamanki gibi. Günün ilk çayını yudumlarken gözlerini Şahmaran’dan ayırmaz, yılanların kraliçesinin insanoğlunun ihanetiyle son bulan hüzünlü serüvenini düşünürdü.

            Çalan müzik sesine dikkat kesilir olurdu birden. Bunu sağlayan, ocakçının radyonun sesini biraz daha yükseltmesiydi:

                        Yola çıktım Mardin’e

                        Düştüm senin derdine

                        Mevlâm sabırlar versin

                        Yârini yitirene

            Güzeller güzeli bahtsız Halime’nin türküsüydü bu. Tıpkı Şahmaran gibi umutsuz bir aşkı anlatırdı bu türkü. Nasıl ki Şahmaran Cemşab’a kavuşamadıysa, Halime’de Estelli delikanlıya kavuşamamıştı. …

            Güneş’in aydın ışıkları şehri iyice sarmalamış, uzun cadde üzerindeki hareketlilik  her günkü rutinine kavuşmuştu artık. Çerezcilerin kaldırım üstüne çıkardıkları makinelerin kavurduğu dağlı leblebilerin insanı kendine çeken nefis kokulara, hemen oracıkta elektrikli bir cezvede, gelen geçene ikram etmek için çabucak hazırlanıveren kahve kokularına karışmıştı. Bademin üzerine şekerden bir elbise giydirilmiş çeşit çeşit günlük mülebbesler de koca koca çuvallar da dükkan önlerine özenle dizilmiş, sergide yerine almaya başlamıştı çoktan. İnsanların türlü günlük telaşlarıyla iç içe olan araba homurtuları ve bunlara karışan korna sesleri, binlerce yıldır süregeldiği gibi, şehirde yeni bir günün daha başladığını söylüyordu.  

 

 

 

 

 

Yorumlar

Image
Aydın
12.07.2023 / 13:50

Elinize , emeğinize sağlık sayın hocam.

Image
Aydın
11.07.2023 / 20:10

Elinize , emeğinize sağlık sayın hocam.

Yorum Yaz