matesis
dedas

Şehre Sığınmak - II

Şehre Sığınmak - II

            Bir ikindi ezanının hemen öncesiydi. Ânın çok ötesinde, zamanın dalında yetişmiş tarihî Ulu Cami’nin şadırvanındaki beton oturakların birine oturmuş, gözlerini dalgınca karşıya dikmiş öylece bekliyordu. Sıvanmış kollarından, ayak paçalarının kıvrıklığından ve eliyle yüzünün kurumaya yüz tutmuş ıslaklığından abdestini henüz tamamladığı anlaşılıyordu. Çoraplarını ayağına geçirmeye yeltenirken hafifçe sol yana yönelmesiyle göz göze geldik. Selamlaşıp yanındaki diğer oturağa kurulduğumun hemen ertesi, tanış olan herhangi iki kişinin arasında geçebilecek hal hatır soruşmalar oldu. Caminin minaresinden yükselen yanık makamlı hicaz ezan, sohbetin derinleşmesine mani olunca, çıkışta tekrar buluşmak üzere ayağa dikildik. O sırada unuttuğu bir şeyi birdenbire hatırlamışçasına duraksayarak sesin geldiği minareye doğru başını hafifçe uzatarak, “Biliyor musun, küçükken buraya çıkıp ezan okumuşluğum çok olmuştur.” deyiverdi. Bunu bir çırpıda söylerken ciddi yüzüne birdenbire bir tebessüm yayılmış ve gözleri çocuksu bir sevinçle parıldamıştı. Anlaşılan, maziye dair hatıraları depreşmiş, buna varoluşunu ayakta tutacak bir anlam derinliği yüklemişti.

            Bir süre sonra ilk görüştüğümüz yerde tekrar buluştuk. İlk gördüğümden daha neşeli, daha huzurlu görünüyordu. Orta yaşta olmanın alnında çizdiği kırışıklıklara dolan kıvrık ter birikintilerini çevik bir el ayası hareketiyle sildikten sonra caminin karşısındaki sıra sıra küçük odacıkları işaret ederek “Şu hücrelerde bizden küçüklere Kuran okumasını öğretirdik” dedi. Belli ki buraya geldikçe bunları hatırlıyor, çocukluk hatıralarıyla teselli buluyordu. Kim bilir belleğinde bu hatıralardan daha hangi kırıntıları taşıyordu. Muhakkak ki daha anlatacakları vardı. Deşmek lazımdı.

            “Üstadım, sen buraları çok seviyorsun galiba?” demeye varmadı, “Ne güzel günlerdi anlatamam.” dedi iç çekerek. Hayata çok küçük yaşlarda baba mesleği olan terzihanede çıraklık yaparak atıldığını biliyordum. Şehrin geçmiş yaşamına dair ilginç şeyler bulabilmek ümidiyle en gerilerden başlayarak anlatmasını rica ettim. Bu ilgiye karşı bir memnunluk ifadesi göstererek kolundaki saate baktı, “Tabi anlatırım, ama bunlar ayaküstü anlatılmaz, hem eve öteberi bir şeyler almam lazım en iyisi yarın erkenden buluşalım.” deyince sabah erkenden kahvaltıyı Oktay Usta’nın çorbasıyla yapmak üzere sözleşip ayrıldık.

            Ertesi günün erken bir saatinde belirlediğimiz yerde Oktay Usta’nın bol et suyu ilaveli bol kepçe mercimek çorbasını kaşıklarken konu kendiliğinden açıldı:

            “Mardinli ailelerin çocuklarını küçük yaşlardan itibaren bir zanaatkarın yanına çırak vermeleri adettendi. Bu yüzden insanların eli zanaate ve ticarete yatkın olur. Ben şanslıydım. Babam ve amcalarım terzilik yaptıklarından usta şaplağı da yemedim. Daha altı yaşındayken çıraklığa girdim. Bu hal üniversite yıllarına kadar devam etti.” Bunları anlatırken bir yandan yürümeye başlamış, hemen aşağı sokaktaki Marangozlar Çarşısı’ndaki kahvehanenin bir tarafından girip diğer tarafından çıkarak daha bir alt sokaktaki çıraklık yaptığı baba terzihanesinin önüne çıkıvermiştik. Geçmiş zaman esintilerine kendini iyice kaptırdığı bu aralıkta; bütün çıraklar gibi ilk görevinin ibrik veya “carra” adı verilen kaplarla Ulu Cami’den dükkana su taşımak olduğunu, bu işte terakki edince sıranın bir üst kulvar olan kömürlü ütüyü hazırlamaya geldiğini, sabah ilk iş olarak ütünün içinde önceki günden kalan külleri özenle boşalttıktan sonra dükkanın hemen önünde çırayla mangal kömürünü iyice tutuşturup kor hâline getirdikten sonra ütünün içini bu kor kömürle doldurmak olduğunu anlattı.

            Ailesi, Mardin’de Dekoriler olarak bilinirdi. Babası ve iki amcası çarşıda terzi esnafı olarak nam salmış, birbirine yakın üç terzi dükkanı işletiyorlardı. Onlar da bu terzicilik zanaatini Süryani Yakub adında bir ustadan edinmişlerdi. Başka meşhur terziler de vardı; Şemmolar ve Bırram vardı, uzun boylu olduğu için terzi Şêxmus Dirêjo Amca denilen başka bir terzi vardı mesela. Çakmak çakmak mavi gözleriyle meşhur Ezrak ailesinden Münir El-Ezrak olarak tanınan başka bir terzi daha vardı çarşıda. Terzilerin bugünkünden farklı bir çalışma tarzı vardı. Bir manifaturacıdan alınan kumaş, aynı gün içerisinde ölçülüp biçilir, itinayla dikilir ve müşteriye teslim edilirdi. Büyük bir kısmı köylerden gelen terzi müşterisinin şehre bir daha ne zaman gelebileceğini kimse kestiremezdi zira.

            Bu yaşlarda, Arapça ana dilli birisi olarak öğrendiği ve kırık bir Kürtçe ile telaffuz ettiği ilk Kürtçe kelime kalıbı “Apo, ka şêraniyê mı (Amca, benim tatlım nerde.)” idi. Bu, bahşiş istemenin en sevimli yolu olmalıydı. Müşteri, malını sevinçle teslim alıp dikim parasını ödediği ve dükkandan çıkmak üzere kapıya tam yöneldiği sırada, çocuk yüzünün bütün masumiyetini ortaya koymaya büyük itina göstererek sağ elinin avucunu karşısındakine uzatırken söylediği bu sözlerdeki çocuksu masumiyetteki talepkarlık kolay kolay geri çevrilebilecek cinsten değildi. Böylece, çıraklık zamanlarının en mesut anları bu bahşişi kaptıktan sonra yaşanmış olurdu. Diğer çırakların da benzer yöntemlerle elde ettikleri bahşişler de, genelde Tenekeciler Çarşısı’ndan yaptırılıp dükkanın bir köşesine konan teneke kumbarada soluğu alır, yeterince dolduğuna kanaat getirildiğinde ise herkesin hazır bulunduğu bir sırada büyüklerce açılıp pay edilirdi.

            Bir süre eğleştikten sonra hemen bitişikteki Dellallar Çarşısı’na yönelerek orada bulunan iki abbaranın orta yerinde durdu. Yönünü Ulu Cami’yi görecek şekilde ayarlayarak “İşte tam burası. Ammo Sabri’nin her sabah duayı okuduğu yer.” dedi. Ammo Sabri, bir dellaldı. Çarşının güngörmüş, ağzı dualı saygın bir büyüğü olarak her sabah yedi sekiz gibi orada durarak Ulu Cami’ye karşı ellerini bağlayarak çarşıya, esnafa ve buraya alışveriş yapan cümle ahaliye hayır ve bereket diler, Allah’a en içten yakarışlarını sıralardı. “Biliyor musun?” dedi. “Ammo Sabri’nin o yaptığı duanın içeriğini yaşlı başlı insanlardan çok sordum, ama maalesef kimse hatırlayamıyor.” dedi. Bir gün bilen birine rastlamasını temenni ettim.

            O, heyecanla yürüyor, bense hiçbir şey söylemeden onu izliyordum. Nihayet Şehidiye Camisi’nin alt sokağına denk düşen sokakta bir taş evin önünde karar kıldı. Sanki merakımı tahmin ederek ve dahası, varoluşun mekânsal olduğuna telmihte bulunurcasına “Burası bizim ev. Sabah namazı vakti oldu mu, katır ve eşeklerin ayak seslerine uyanırdık.” dedi. Şurê, Bilêbil, Bab-ı Cewz, Qıllıt, Elfan, Barman, Yeşilli gibi köy ve yerlerden şehre gelen köylünün beraberindeki katır ve eşeklerin taş sokaklardaki ahenkli adım sesleriydi onu, bütün ev ahalisini ve buna ilave olarak konu komşuyu uyandıran. Bu sesler, adeta kurulu bir çalar saat gibi her günün aynı vaktinde tekrarlanır dururmuş. Ardından beş dakika geçmez, babaları “Essabah Rabah (Sabah berekettir)” nidâlarıyla aile efradını uyandırırmış. Bu sırada babasının gülümseyen yüzünü anımsayarak derin bir hasrete gömüldüyse de bu, çok nahif bir yoğunluktaydı.

            Sabahın o vaktinde şehre kavuşan köylünün güzergahı belliydi. Savur Kapı’dan beraberindeki yük hayvanlarıyla şehre giriş yaparlar, ağır aksak bir tempoyla, o zamanlar için bir tarif mekanı olan Dr. Abdulvahab Dizdaroğlu’nun görkemli konağının olduğu sokaktan  devam eder, son durak olan Reyhaniye Camisi’nin altındaki hana kadar gelirlerdi. Yükler boşaltılıp tedarikleri görüldükten sonra Nalbant Ammo Ğanno’ya hayvanlar teslim edilir, gerekli bakımları gördürülürdü. Katır ve şimdi pek nâdir görülen katır iriliğindeki eşeklerin yükleri Kılbış denilen küpeştelere yerleştirilmiş olurdu. Bu kılbışların içinde mevsimine göre sebze meyve, bakraçlar içinde yoğurt ve peynir gibi hayvansal ürünler yüklüydü.

            Şehrin neresinden gelirse gelsin, ne kadar uzakta veya yakında olursa olsun, şehrin bir zamanlar var olan ama kendisinin hatırlamadığı büyük kemerli kapısından bir mühendis titizliğiyle ayarlandığını düşündürecek şekilde aynı vakitte giren cefakar köylünün oluşturduğu bu katırlı, eşekli, insanlı minik ama çok sayıdaki kortejleri özlemle anan dostum, baş bakalları hatırladı birden:

            “O zamanlar baş bakkal diye kıdemli esnaflar vardı. Baş bakallar öyle adım başı değil, birkaç taneydiler. Her köylünün müdavimi olduğu bir baş bakkalı vardı. Bunlar köylünün yed-i eminidir. Köylü, getirdiği ürünleri bu büyük tüccarlara satılması için bırakır,  karşılığında mal veya para alırdı. Yanında getirdiği başka şeyler varsa onları da oraya bırakırdı. Köylünün gece yarısı ile şehre başlayan yolculuğu öğle vakitlerinde geriye dönüşe evrilirdi. Öğle oldu mu planlanan bütün işler bitmeli, geri dönüş başlamış olmalıydı.”

            Yürümekten epeyce yorulmuş, iyiden iyiye kendini hissettirmeye başlayan güneşin sıcaklığı da bu yorgunluğa arka çıkıyordu. Abbaranın birine iniveren merdivenlere gayr-ı ihtiyari oturmuş bulunduk. Çıraklık hatıraları zihninde hâlâ canlılığını koruyor olacak “Şakalaşma kültürü çarşı esnafının en ciddi alamet-i farikasıydı. Ben de bundan payımı alırdım. Bir gün benden büyük kalfalardan biri elime bir poşetle beraber üç beş lira  tutuşturup bakkal bakkal gezdirdi. Neymiş efendim! Minare gölgesi satın alacaktım. Minare gölgesi satın aldırmaya göndermek kimin aklına gelir? Bir keresinde de çocuklardan biri birdenbire üstüme bir şey atmış ‘Tut tut, balonu tut’ diye bağırmış, o refleksle balonu havada yakalamıştım. Fakat balonu tutmamla üstümün başımın sırılsıklam olması bir olmuştu. Meğer balonun içi suyla doluymuş.” dedi kahkaha atarak.

            Kendi muayyen sırlarının üzerine kapanmış hissi veren abbaranın ana rahmi gibi kuşatıcı, korunaklı gölgeliğinden çıkarak yüzümüze çarpan serin hava, sıcaktan bunalan bizlere keyif veriyordu bu arada. Evet, şaka esnafın önemli bir özelliğiydi doğrusu. Büyüklerimizden hep duyardık, ‘falanca yerden veya köyden biri şehre gelmiş de şöyle şöyle şakalara uğramış’ diye. Tabi bunlar kınayıcı hislerle anlatılmakla beraber köylü-şehirli çekişmesine de işaret ediyordu. Bunu sorduğum dostum ise bunu daha basit ve masumane bir nedenle izah etti:

            “Hayır hayır, bunu Kürt-Arap çekişmesine bile sokanlar var ama böyle değil. İkindi oldu mu çarşıdaki hareketlilik gözle görülür şekilde azalırdı. Ortalık iyice tenhalaşınca bir takım muzip esnafın eğlence zamanı gelmiş olurdu. Genç esnaf, eğlence aramak için ağına düşürdüğü birini denk getirdi mi, hemen organize olur, garibana feleğini şaşırtırdı. Bir keresinde bir demirci yoldan geçmekte olan birini görünce sokak ortasına attığı nar gibi kızarmış bir demir parçasını almasını rica etmiş kibarca. Zavallının, yere eğilip demiri eline almasıyla can havliyle çığlık koparması bir olmuş. Uzaktan meraklı gözlerle olan biteni izleyen bu şakanın mimarları, kahkahalarla saklandıkları kuytulardan belirince, o zavallı yeni  anlamış eşek şakasına uğradığını. İnsaf sınırlarını aşan bu tür şakalar, belli bir etnisite veya sosyal sınıfa mahsus değildi. Onlar bu şakaları, üstünde deneyebilecekleri kimi bulursa ona yapardı yani.”

            Daha ağırbaşlı olan esnaf büyüklerinin, bu boş vakitlerini daha faydalı işlere sarf ettiğini ekledi. Dükkanları çırak ve kalfalara bırakır, ana cadde üzerinde gezintiye çıkarlardı. Bu hoş akşam esintilerinin neşesini taşıyan gezintiler, çoğu zaman eldeki bir kese kağıdı içinde keyifle çerezlenen kabak çekirdeği eşliğinde yapılırdı. Bu gezintilerin olmazsa olmaz son durağı, Kale’ye veya Berriyê Ovası’na nazır bir çay bahçesinde birkaç bardaklık çay molasıydı.

            Çarşının taş kaplı sokaklarında gezinirken birkaç saati bulan süre zarfında çehresini kaplayan çocuksu gülümseme hiç eksik olmadı. Yeri geldiğinde bu gülümsemeye, kimi zaman hüzün, özlem ve esef hislerinin eşlik ettiği oldu. Dükkan komşuları yün eğirici Süryani Naim Amca’nın dükkanının önünden geçerken kapıldığı derin hüzün, bütün çocukluğunun en mesut anlarının biricik şahidi olan eski taş evin önünde yerini tarifsiz bir hasrete bıraktı. Sözünü kesmek, yönlendirici birkaç soru sorma ihtiyacı duymadım hiç. Kendi mazisi söz konusu olduğunda, bir fısıltılar dehlizine dönüşen bu şehirle bütünleşen çocukluk ve ilk gençlik hatıraları arasında heyecanla geziniyordu. Belki de bunlar arasında sadece hatırlamak istediklerini hatırlıyordu. Bütün bunları anlatırken hayatın yoksunluklarının, özlem tortularının, hüzün ve ağır bir kederin birikintilerinden sıyrıldığını, daha doğrusu kendi içsel muhayyilesinde inşâ ettiği şehre sığınarak ömrünün en bahtiyar anlarından birkaçını daha yaşadığını ve beni de buna ortak ettiğini duyumsadım.   

             

               

 

             

Yorumlar

Image
Sadettin Noyan
18.08.2023 / 15:47

Ammo Sabri'nin iki mesleği vardı. Birinci mesleği Diyanette Memurdu. Mardin Camii Kebirde Müezzindi. İkinci mesleği ikinci el eşya antika halı satıcısıydı. Boş zamanlarında Sipahi Çarşısında iknci cadde değimiz noktada dellalılık yapıyordu. Ammo Sabr'inin çok hoş sohbetleri .... tatlı dilliydi nükteli konuşur ve Ammo Sabri'de çeşit çeşit espirili konuşması vardı. Bize birçok gerçek öykü anlatırdı....Ammo Sabri bize mizahı öğretti.... Aşağıda anlatacağım hikaye gerçek bir hikaye: Bir üçkağıtçı günün birinde Anadolu Bursa ilinden borç senetle, birkaç halı satın alır. Alacaklı alacak senedini borçlu yatırmayınca memlekete gelir üçkağıtçının verdi adresi arar ama adresi bir türlü bulmuyor. Bir uyanık adresi gösterir verilen adreste umumi WC..... Bu tarif edilen adresi soran adam biri onu o adrese götürü. Adreste şöyle bir ibare vardı: İkinci cadde. No yüznumara ayn ıl sakayê MARDİN....Gerçekten de böyle bir adres var. Adres: Aynıl sakayê yüznumara

Image
Ender Altun
18.08.2023 / 10:35

Allah razı olsun sn hocam kalemine sağlık çok güzel yazılarla bizi geçmişe götürdün orda kalabilsek iyi olurdu

Yorum Yaz