matesis
dedas

Şeyh Said’in Ata Yurdu Sürgücü

Şeyh Said’in Ata Yurdu Sürgücü

            Bir yanı Mardin-Diyarbakır yolundan Sultan Şeyhmus’a bir yanı Bismil’den Zınnar ve Ömerli’ye uzanan Sürgücü (Surgıçi), Mardin’in en renkli kır yerleşimlerinden biri. Sürgücü sakinlerinin hepsi birbiriyle akraba değil elbette. Çoğunun rivayetlerle desteklenen farklı göç hikâyeleri var. Irak’tan, Mazıdağı’ndan, Karacadağ’dan, Cizre’den, Hakkari’den ve hatta hatta Karadeniz’den bile buraya gelip yerleşenler var çok eski zamanlarda. Sürgücü’yü renkli kılan da bu olmalı.

            Doğruluğuna karşı çıkanlar olsa da Karadeniz’den Sürgücü’ye bir göç hikâyesinin olması çok ilginç geliyor. Karadeniz’den gelip Sürgücü mıntıkasına yerleştikleri söylenenler Dengizan Köyü’nden. Deniz ehli olduklarından bu ismi almış olmalılar. Dengizan, kelime kökeni itibariyle epeyce eski bir öz Türkçe kelime. “Deniz” kelimesinin Eski Türkçede genizden, yani nazal bir şekilde “dengiz” şeklinde telaffuz edildiğini burada belirtmekte fayda var. Dengizan köyünden tanıştığım insanların tipolojik olarak Karadenizlilere benzediklerini de söyleyebilirim. Hani “Kürd’ün deniz görmüşü” dense yeridir.

            Sürgücü köylerinden Awêna’nın, Osmanlı’nın son dönemine kadar bütün Savur’un ilçe merkezi olması bir yana; bütün Mardinlilerin tebessümler eşliğinde andıkları Sürgücü Treni, Karadeniz fıkralarının tıpatıp benzeri olan Sürgücü fıkraları, halk arasında kimi zaman Erol Taş’ın canlandırdığı ağalık karakterine benzer bir biçimde anılan ama efsane bir karaktere bürünmüş olan Ahmed Ağa’sı ve daha pek çok yönüyle Sürgücü, her daim renkli ve ilgi çekici pek çok anlatıma konu edilir. Fakat Sürgücü’nün fazla kimse tarafından pek bilinmeyen ilginç bir yönü, Sürgücü’nün Şeyh Said’in atalarının yurdu olduğu konusu. En azından bazı yazılı kaynaklarda ve halk arasında bu yönde bir yargı var. Sürgücü’nün 33 köyünden biri olan Kırkdirek (Çılsıtunan) Şeyh Said’in dedelerinin bir zamanlar yaşadıkları ve buradan Palu’ya göç ettikleri köy.

***

            Şeyh Said’in aile kökenlerinin Sürgücü’den olduğunu ilk duyduğumda buna pek ihtimal verememiştim. “Olsa olsa bu da bir şehir efsanesidir.” deyip geçiştirmiştim. Böyle düşünsem de Sürgücülü birkaç arkadaşa telefon açıp, halk arasında böyle bir düşünce var mı, diye sormadan edemezdim yine de. Öyle de yaptım. Görüştüğüm dostlar, “Buralarda böyle söyleyenler var.” deyince iş ciddiye binmiş oldu. İyisi mi, küçük bir plan yapmak ve ilk hafta sonunda oraya gidip işin aslı faslı neymiş anlamaktı.

            Bir iki yoldaş edinip Sürgücü’ye revan olduk; istikamet Kırkdirek Köyü. Kırkdirek’e varmak için Sürgücü mıntıkasında epeyce yol almak, pek çok köyden geçmek gerekiyordu. İpliğe dizilmiş tespih taneleri misali gürül gürül akan bir dere boyunca sıralanmış pek çok  Sürgücü köyü. Bütün yolculuk boyunca dereye paralel kıvrılan yoldan geçerken coşkuyla akan suyun ferahlatıcı sesi kulaklarımızda yankılanıyor. Az ötedeki suların şırıltıları duyulabiliyor olsa da derenin kendisini görmek pek mümkün değildi. Sık bitki örtüsü ile kavak, ceviz, palamut, çınar, söğüt ağaçları ve üzümlükler dalları ve sayısız yapraklarıyla derenin etrafını o derece sarıp sarmalamıştı ki ortalık koyu yeşil bir örtüye bürünmüştü sanki. Gittikçe artan yükseltinin güneşten yansıyan ışık huzmelerini yönlendirdiğine tanık olurken, yüksek dağlar ve derin vadiliklerin arasındaki bu saklı cennette yeşilin yüzlerce tonunu  gözlemlemek de mümkündü aynı zamanda. Risîn, Şûrê, Elfan, Dengîzan ve Ewêna’yı aşıp geride bıraktıktan sonra nihayet Kırkdirek’teyiz. Sırtı dağ yükseltilerine, yüzü Bismil’in uçsuz bucaksız düzlüklerine dönük Kırkdirek. …

            Köyün girişinde bizleri 800 yıllık olduğu söylenen Şeyh Mahmud Türbesi karşılıyor. Yeşil bir kubbesi var. Üstü açık olmasına rağmen yağmur yağdığında kubbeden içeri tek damlası bile girmezmiş. Halk bunu Şeyh Hazretlerinin kerameti olarak kabul eder. Türbenin önündeyse uzun bir kuyruk hâlinde yol kenarına sıralanmış arabaları günün her saatinde görmek mümkün. Memleketin her yöresinden ziyaret akınına katılan yurdum insanı bunlar. Köyün biraz daha içine girdiğimizde zayıf akan bir suyun hemen yanı başında Kırkdirek Medresesi var. Bunun kaç asırlık olduğu hakkında hiç kimsenin bir fikri yok. Medrese dediysem, hemen akıllara öyle kat kat ve üst üste bindirilmiş kolonlu kirişli bir modern yapı akla gelmesin. Bu medrese, koca bir kaya bloğunun bir kenarından oyulmasıyla inşâ edilmiş bir mağara aslında. Yıkılmasın, dayanıklı olsun diye de sütunları olacak şekilde sabırla ve ustalıkla oyulmuş. İşte bu Kırkdirek Köyü’nün ismi de buradan geliyor. İçinde 26 sütun bulunsa da halk, 40 sayısının sembolizmine yaslanarak Kırkdirek demeyi yeğlemiş.

            Köye adını veren medrese bugün bakımsızlıktan terk edilmiş ve harabe hâlde, ama yine de ziyaretçisi eksik olmuyor. Bu medresenin, Şeyh Said’in dedelerinin Kırkdirek’teyken talebelere ders verdikleri medrese olduğuna inanılıyor. Bugün hâlâ Şeyh Said’in tarikat silsilesinden ve soyundan gelen zevât, düzenli olarak gelip türbeleri ve bu medreseyi ziyaret ediyorlarmış.

***

            Gerek Kırkdirek’te görüştüğüm insanlar olsun ve gerek hemen yanındaki Xindaq (Hendek) Köyü’ndekiler olsun Şeyh Said’in atalarının bir zamanlar bu köyde oturduklarını ve buradan göç ettikleri konusunda hemfikirler. Elbette bu göçün bir hikâyesi de olmalıydı.

            Göç ile ilgili ilk hikâyenin kahramanları Şeyh Said’in büyük dedesi ile Osmanlı sultanı IV. Murad (1612-1640). Kulaktan kulağa aktarılan bilgilere göre IV. Murad, Safevilerin eline geçen Bağdat’ı almak için büyük bir sefer düzenler. Ordusuyla Bağdat üzerine yürürken duraklarından birisi de Diyarbakır’dır. Sultan, Diyarbakır’da konakladığı sırada civar yörelerde ileri gelen kim varsa onu ziyaret ederek bağlılığını sunarak sefere destek vermiş. Fakat ne var ki geniş bir nüfuzu olan Şeyh Said’in büyük dedesi Sultan’ı ziyarete gitmez. Bu durum başta pek dikkat çekmez.

            Aradan epeyce zaman geçtikten sonra sefer tamamlanır. IV. Murad, Bağdat’ı fethetmiş muzaffer bir komutan ve Bağdat Fatihi olarak dönüş yoluna çıkar. Payitahta dönerken tekrar Diyarbakır’da konaklar. Civardaki nüfuz sahibi kimseler bu sefer de Sultan’ın zaferini tebrik için ziyaret sırasına girerler. Fakat Bizim Kırkdirekli Şeyh ziyarette yine yoktur. Bu hareket, bu sefer gözden kaçmaz.

            Cihan padişahı Sultan, maiyetindekilerden kimlerin kendisini tebrik ettiğini kimlerin de etmediğini öğrenmek ister. Vezirleri tek bir kişi söyleyeceklerdir; Kırdirekli şeyh. Ne sefere çıkarken, ne de seferden dönerken ziyarete gelmemiştir; yani ne biat etmiş, ne destek vermiş ne de zaferi ululamıştır. IV. Murad buna çok sinirlenir, “Tez buraya getirile!” diye ferman savurur. Çok geçmeden Kırkdirekli Şeyh ve yakın çevresi Sultan’ın huzuruna  çıkarılır.

            Sultan, hiddetinde haklıydı. Devlet-i Âl-i Osman’ın Ordu-yı Hümâyun’unun muzaffer padişahıydı. Kahredici pençesinin karşısında aslanlar tir tir titrerdi. Fakat gel gör ki onca kudreti ve şaşaası bu sıska Şeyh’in karşısında kâr etmiyordu. Şeyh, huzura vardıkta âdet olduğu üzere el etek öpmez, Allah’ın selamını vererek ayakta bekler. Sultan’ın hiddeti arttıkça artmasına karşın sarf ettiği sözler, bu küstahlığı anlamaya çalışır niteliktedir:

            “Bre Şeyh Efendi, sen kendini ne zanneylersin. Hiç mi âdâb, görenek bilmezsin. Kusurun hadden aşmıştır. De hele, bu cüreti nereden alırsın!!!” Şeyh gayet vakur bir heyecanla “Sultanım, hürmette kusur eyledi isek af ola. Ümmet-i Muhammediye’nin şu mübarek ordusunu küffar üstüne salsaydınız elbette size minnettar kalır ve tebrik ü temcid  için huzurunuza azm eyler idik. Lakin siz şevketlü hünkarımız Müslümanı Müslümana kırdırdınız. Bu ef’alinizin indimizde tebrike şâyân bir vechesi bulunmamaktadır.” der.

            Ortamı buza kesen bu sözler karşısında Sultan’ın hiddeti büsbütün artar. Şeyhin sözlerini bıçak gibi kesen sözleri olabildiğince sert ve katidir, “Tez bu küstahın boynu vurula, ibret-i âlem için diyar be diyar gezdirile!” Bu hareketin karşılığı buydu, fakat akl-ı selim sahibi vezirler cesaretlerini toplayarak Hünkar’a bu kararın yanlış neticelere sebebiyet vereceğini, zira Şeyh’in geniş bir alanda büyük bir saygınlığının olduğunu, idam edilirse ahalinin isyan edebileceğini söyleyerek onu iknaya kâdir olurlar. Bunun üzerine Şeyh ve yakınları, uğruna ölümle burun buruna kaldıkları Bağdat’a sürgün edilirler. Aradan çok zaman geçtikten sonra da Palu’ya gelirler.

            Şeyh Said’in atalarının Palu’ya Kırkdirek’ten göç ettiğini belirten diğer bir hikâye ise onun dedesi Şeyh Ali Sebdî (1788-1871)’ye dayandırılmaktadır. Şeyh Ali Sebdî, pek çok kaynağın belirttiğine göre aslen Kırkdirek’tendir. Hatta Mevlana Halid-i Bağdadî’nin kırkıncı halifesi olduğu için yaşadığı köye Kırkdirek isminin verildiği söylenmektedir.

            Şeyh Ali Sebdî, eğitimini tamamladıktan sonra köyündeki medresede müderrisliğe başlar. Bir gün köye gezginci kıyafetiyle bir yabancı gelir. Ali Sebdî Hazretleri bu yabancıyı misafir eder. Gelen bu yabancı, devrin büyük mutasavvıfı Mevlana Halid-i Bağdadî’den başkası değildir. Kendisinin Hindistan’dan geldiğini, şeyhi Abdullah Dehlevi’nin emri üzerine buraya uğradığını, buradan da halkı irşâd niyetiyle Şam’a gideceğini söyler. Kendisini de beraberinde götürmek istediğini söyleyince Ali Sebdî, tereddüt etmeden bunu kabul eder. Şeyh Ali Sebdî’nin tasavvuf hayatı böylece başlamış olur.

            Şeyhine on bir yıl hizmet edip icazetini tamamladıktan sonra Kırkdirek’e hasta annesini ziyaret etmek maksadıyla geri dönen Ali Sebdî, annesine kavuşamaz, çünkü annesi vefat etmiştir. Ne yapacağını bilmez hâlde Şam’a geri döner, fakat bu sefer de şeyhi vefat etmiştir. Mevlana Halid vefat etmeden önce onun icazetnamesini hazırlamış ve Palu’ya yerleşerek orada hizmet etmesini vasiyet etmiştir. Böylece Şeyh Said’in ailesinin Palu’ya yerleşmeleri bu şekilde gerçekleşmiş olur.

            Her şeyin en doğrusunu muhakkak ki Allah bilir, ama ikinci hikâye akla daha yatkın gibi göründü bana.

Yorum Yaz