matesis
dedas

Devlet, Kürt meselesini hiçbir zaman doğru okuyamadı

Biz buraya nereden geldik? Bazı sorunlara dair tartışmalar içinden çıkılmaz hâle geldiğinde bu soruyu sormakta fayda var. Devletin Kürt raporlarını ve hafızasını yazan ve Mardin Life Dergisinin de Yayın Kurulu Üyeliğini yapan Hüseyin Yayman’la bu sorunun cevabını aradık.
  • 17.06.2011 19:00
Devlet, Kürt meselesini hiçbir zaman doğru okuyamadı
Hüseyin Yayman, Cumhuriyet tarihinde yazılmış bütün Kürt raporlarını konu ettiği kitabında devletin bu hususta inşa ettiği hafızaya dikkat çekiyor. Son 30 yılda PKK nedeniyle birinci gündemimizi teşkil eden Kürt sorununun Cumhuriyet’in ilk yıllarında nasıl bir travmaya yol açtığı da görülüyor bu raporlarda. Kitapta, aynı zamanda yazar tarafından Kürt meselesinin yıllar içinde nasıl boyut değiştirdiği ve devletin farklılık gösteren yaklaşımları analiz ediliyor. Cumhuriyet Türkiye’sinin Kürt meselesine yaklaşımı bilimsel bir açıdan ele alınıyor. Gazi Üniversitesi Öğretim Üyesi Yayman ile, Siyaset Ekonomi Toplum Araştırmaları (SETA) tarafından yayımlanan “Türkiye’nin Kürt Sorunu Hafızası” çerçevesinde meselenin güncel analizini yaptık. -Kürt sorunu nedeniyle yaşanan terörle mücadelede kaç kişi hayatını kaybetti biliyor musunuz? Konuyla ilgili İlker Başbuğ’un üç farklı tarihte, üç farklı konuşmasında yer alan üç farklı rakam var. İlkinde “30-35 bin civarında” diyor. Sonra Harp Akademileri’nde yaptığı konuşmasında “Etkisiz hâle getirilen terörist sayısı 40 bini geçmiştir” diyor. Üçüncü konuşmasında “Örgütün 40 bine yakın insanın ölümüne neden olduğunu” söylüyor. Bırakın mücadele stratejisi belirlemeyi, kayıplar bile doğru dürüst sayılmıyor. PKK ile mücadelede verilen şehit sayısı, Kurtuluş Savaşı’nda verilen şehit sayısından daha fazla. Terörle mücadelede verilen şehit sayısı 11 bin 735. 4 bin 241’i asker. -Cumhuriyet’in ilk yıllarında yazılan raporlar çok açıklayıcı. Ama Kürt isyanları kronolojisine bakıldığında 1937-1984 arasında bir boşluk var. Neden? Bu dönemde hazırlanan raporlar devleti tarih ve toplum önünde ayıplı hâle getiriyor. Fevzi Çakmak, o bölgede ‘müstemleke’, ‘koloni’ yönetimi kurulmasından söz ediyor. Genel Müfettiş İbrahim Tali Öngören, asimilasyon siyasetini öneriyor. Bir yakıştırma değil, açık açık ifade ediliyor. Bunlar ne Türk devlet geleneğiyle ne de tarihimizle barışık olan şeyler. Osmanlı’nın çöküş döneminde dahi böyle bir siyasetin Balkanlar’da uygulanmadığını görüyoruz. Cumhuriyet’le beraber böyle bir siyaset gündeme geliyor. Devletin Kürt siyasetini ve raporlarını iki ana eksende, iki paradigma çerçevesinde ele aldım. -Nedir bunlar? Birincisi, 1990’a kadar olan ve sorunu askerî tedbirlerle çözmek isteyen “güvenlikçi” yaklaşım. 1990’a kadar devletin Kürt siyasetinin üç temel kavram etrafında ilerlediği görülüyor: İnkâr, iskan ve asimilasyon… Tek parti dönemi raporlarına göre mesele, doğudaki nüfusun batıya, batıdaki nüfusun doğuya nakledilmesi ve bölgedeki Kürt nüfusun zaman içinde eritilmesiyle halledilmeye çalışılıyor. Devlet, “Bunlar Kürt değildir, Türk soyundan gelmektedir” diyerek inkar ediyor. “Türklük merkezleri kuracağız” derken asimile etmek istiyor. Bunu da halk evleri ve yatılı okullar üzerinden yapmak niyetinde. Devletin resmî siyasetini oluşturan ana metin Şark Islahat Planı’dır. 1990’a kadarki Kürt siyaseti bu belge üzerinden yürütülmüştür. Şark Islahat Planı, Şeyh Said isyanı sonrasında Atatürk tarafından bölgeye gönderilen Meclis Başkanı Abdulhaluk Renda ve İçişleri Bakanı Cemil Uybadın tarafından yapılan çalışmaya dayanıyor. Bu metin Cumhuriyet dönemi Kürt siyasetinin adı konmamış resmî belgesi ya da yol haritası hâline geliyor. İsmet İnönü raporu, Celal Bayar raporu, Şükrü Kaya, Abidin Özmen, İbrahim Tali Öngören raporları Şark Islahat Planı’nın bir türevidir. -Bu yaklaşım ırkçı milliyetçilik üzerinden mi gidiyor? 1924’e kadar devletin siyaseti, Mustafa Kemal’in 1920’de Meclis’in açılışında yapmış olduğu, “Heyetiniz sadece Türklerden, Kürtlerden, Çerkezlerden oluşan bir topluluk değildir. Heyetimizin asliyesi anasır-ı İslam’dan oluşmaktadır” konuşmasına dayanmaktadır. Hatta 1921 Anayasası’nda “yerinden yönetim” prensibi öne çıkartılıyor. Bu bir anlamda adem-i merkeziyete karşılık gelen yaklaşım, 1924 ile beraber değişmeye başlıyor. 1924 Anayasası’nda, 1921 Anayasası’ndan tamamen farklı bir ruh hâkim oluyor ve devletin Kürtlere yaklaşımı 180 derece değişiyor. Halifeliğin kaldırılması bardağı taşıran son damla oluyor. Türkiye’de şöyle bir ezber var. Şeyh Sait isyanına kadar devlet iyi niyetliydi, isyan çıktı, isyandan sonra devletin siyaseti değişti. Hâlbuki önce devletin siyaseti değişiyor, sonra isyan çıkıyor. Neden-sonuç ilişkisi farklı. -Buradan ne çıkartabiliriz? Bazı Kemalistler 21 Anayasası’nı kurucu metin olarak kabul etmiyorlar. “Temel kurucu metin, 24’tür.” diyorlar, “21 Anayasası konjonktürel ve siyasi bir anayasadır.” diyorlar. -1921’de Kürtlerin varlığını kabul eden, bölgenin özerk bir yapıyla yönetileceğini söyleyen Mustafa Kemal ne oldu da 1924’te bu siyasetini değiştirdi? Bilmiyoruz. Burası oldukça karanlık ve kör bir nokta. Ama bunun şifreleri var. Lozan’da verilen sözler olabilir, İngiltere’yle yapılan anlaşmalar olabilir, ama bunu bilmiyoruz, sadece tevil ediyoruz. İsyanlar devletin siyaset değişikliğinden kaynaklanıyor. Tarih sıralamasıyla söylüyoruz, devletin siyasetinde 1921’de özerk yapı var. 24’te bu yapı değişince, isyan çıkıyor. Devletin siyasetinin değişmesinin iki somut göstergesi var: Birincisi, adem-i merkeziyetçilikten vazgeçilmesi. İkincisi ise halifelik kurumunun kaldırılmasıdır. Halifeliğin kaldırılmasının sembolik önemi var. Şeyh Said isyanının özelliği, dinî karakteri güçlü bir isyan olmasıdır. Ama daha sonraki isyanlar, ulusalcı isyanlardır. Devletin siyaset değiştirmesi Kürt meselesinin alevlenmesine ve zaman içinde ulusalcı bir karaktere bürünmesine neden oluyor. -Peki, Atatürk bu görüşleri paylaşıyor mu, yoksa alt kadrolardan mı geliyor? Bu konuda bir netlik yok. Mesela Öcalan, görüşme notlarında Mustafa Kemal’i ayrı tutup devletin Kürt sorununa yaklaşımını ayrı değerlendiriyor. Bir parça Atilla İlhan benzeri, İsmet İnönü ile ekibini suçlayıp Mustafa Kemal’i ayrı tutuyor. Haddizatında bu dönemde tek sorumlu, tek lider Mustafa Kemal’dir. 38 Dersim isyanında bizzat Gazi Paşa operasyonu yönetiyor. Bugün Atatürk’ü bu işlerde biraz daha kenarda tutan yaklaşım var. Bunda Kemalizm’in hâkim ideoloji olması kadar, hem Abdullah Öcalan’ın hem de Alevi Kürtlerin Mustafa Kemal’e duydukları muhabbetin önemli tesiri var. Son tahlilde Öcalan iyi bir Kemalist’tir. -Celal Bayar’ın 38’de rolü nedir? O çok tartışmalı bir konu. Alevilerin önemli bir kısmı aslında bu işte Celal Bayar’ın etkisi olduğunu söylüyor. Bayar ise kendisinin bu operasyona karşı olduğunu, operasyona Mustafa Kemal’in karar verdiğini söylüyor. Burada tayin edici bir anekdot var. İnönü’nün başını çektiği güvenlikçi yaklaşım, sorunu bir asayiş meselesi olarak ele alıyor. Bunu askerî tedbirlerle çözmek istiyor. Örneğin Türkiye’de kurulan 5 genel müfettişliğin 3’ü bölgede açılıyor. 1946’da çok partili hayata geçinceye kadar CHP’nin bölgede il, ilçe teşkilatı yok. Bayar ile İnönü arasında tarihî bir konuşma var. Bayar, Demokrat Parti’yi kurmaya karar verdiklerinde İsmet Paşa’nın yanına gidiyor. “Paşam biz bir parti kuracağız” diyor, o da “Kurabilirsiniz, ama iki noktaya dikkat etmelisiniz” diyor. “Bir laiklik meselesinden ödün vermeyin. İkincisi Şark’ta parti teşkilatı açmayın” diyor. Bayar’ın önemli bir cevabı var: “Paşam, parti teşkilatlarını doğuda açmadığımızda bu insanlar gelip sormayacak mı, biz Türkiye sınırları içinde değil miyiz ki siz burada parti teşkilatı açmıyorsunuz, bu bizim gücümüze gider demezler mi?” Ve Demokrat Parti’nin burada teşkilatı açılıyor. Bu, Bayar’ın Kürt meselesine yaklaşımını özetleyen, somutlaştıran bir olay. 1950’de DP’nin iktidara gelmesiyle beraber, tek parti döneminde bölgeden sürgün edilen aşiret reisleri bölgeye dönüyorlar ve bunların bir kısmı DP’den milletvekili oluyorlar. İnönü ve Bayar’ın şahsında Kürt meselesinde iki tarz siyaset kendisini gösteriyor. -1954-57 seçimlerinde CHP, Güneydoğu’da birinci parti çıkıyor. Hakkâri’de DP, 50 seçimlerinde hiç oy alamıyor. Bu neden? Stockholm sendromuna benzetiyorlar bunu. 54 ve 57’de bölgede oy dağılımı değişmeye başlıyor. Bu korkudan kaynaklanıyor. CHP’yi devlet olarak görüyorlar, korkuyorlar. DP’nin geçici olacağını düşünüyorlar. Jandarma ve tahsildar baskısı insanlarda büyük bir korkuya neden olmuş. -CHP doğuda niye teşkilat açmıyor? İkinci dereceden memurlar dahi Kürt olmayacak diye raporlarda belirtiliyor. CHP teşkilatına girmek devlete girmek demek olduğu için mi? Bunun bir sürü sebebi var. Mete Tunçay ve Cemil Koçak bu dönemi çalıştı. Tek parti döneminde bölgede sadece teşkilat açılmamış değil, okul yapılmıyor, yol yapılmıyor. Fevzi Çakmak “bu Kürtlerin okumamışıyla baş edemiyoruz, okumuşuyla asla baş edemeyiz” diyor. “Yol yapılmayacak, köprü yapılmayacak, imar işleri yapılmayacak” deniyor. Buranın kapalı bir sistem içinde kalması ve Türkleştirilmesi birinci hedeflerden biri. -Tekraren, 1938’den 84’e kadar isyan yok. Neden? 1984’e kadar tek kurşun atılmamış olması, Kürt sorununda bir şey olmadığı anlamına gelmiyor. Kürt sorunu derinden bir kanamayla aslında devam ediyor. Fakat görünümü farklı hâle geliyor. AK Parti, bir açılım yaptı ama aslında ilk açılım 1950’de oluyor. Sürgün edilen isimlerin DP’den milletvekili olması, bölgede DP teşkilatlarının açılması, genel müfettişliklerin kaldırılması ciddi bir yumuşamaya sebep oluyor. 1925’te Şeyh Sait isyanında ilan edilen örfi idare, yani sıkıyönetim 1950’de kaldırılıyor. 25 yıllık sıkıyönetim kanunu uygulanıyor bölgede. Uzun süre yabancıların bölgeye girmesi Ankara’nın iznine tabi. Okul sayısı çok az. DP önemli bir milat. 60 darbesiyle bu süreç kesiliyor. Cemal Gürsel’in “Nerede bir Kürt görürseniz, yüzüne tükürün” yaklaşımı Kürt siyasetinin yeniden yeraltına inmesine neden oluyor. Daha sonra Irak Kürdistan Demokrat Partisi’nin Türkiye şubesi açılıyor, uç tartışmalar oluyor. 65 seçimlerinde Meclis’e giren Türkiye İşçi Partisi’nin içinde Tarık Ziya Ekinci gibi Kürtler var. TİP, Kürt meselesinde önemli bir eşiğe karşılık geliyor. Devlet, 1925’teki dinî karakterli isyanı doğru okuyamadığı için ulusal karakterli isyanlar çıkıyor. Adaletli yönetim diyen, geri kalmış doğunun kalkınmasını isteyen, etnik vurgusu olmayan, hak ve özgürlük talepleriyle ortaya çıkan Doğu Mitingleri de doğru okunamadığından PKK ortaya çıkıyor. Bütün bu hadiseler neden sonuç ilişkisiyle meydana geliyor. -84’e kadar vardı ama görünümü farklıydı, öyle mi? Evet. 1970’in başında yapılan Türkiye İşçi Partisi’nin kongresi kapatılma gerekçesi oluyor. “Türkiye’nin doğu sorunu, bir Kürt sorunu vardır” dediği için Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılıyor. TİP kapatılınca Kürt siyaseti tekrar yeraltına iniyor. Kemal Burkay, TİP’in Dersim il başkanı. TİP’in içinde Kürt sorununun dillendirilmesine izin verilmeyince Kemal Burkay daha farklı bir çizgiye kayıyor. Devletin bir siyaseti yok derken bunları kastediyorum. Yanlış tercihler, yanlış sonuçlar doğurdu. Benzer körlüğü SHP’de de görüyorsunuz. Paris’teki Kürt Konferansı’na giden Mardin milletvekili Ahmet Türk ve diğer SHP milletvekilleri partiden atılmamış olsaydı HEP kurulmayacaktı. HEP kurulmayınca bunlar SHP içinde kalacaktı. Kimlik partisi, Kürt partisi kurulmamış olacaktı. Belki bu Türkiye için daha iyi olacaktı. Türkiye ideolojik körlük yaşadı. Hem TİP hem SHP örneği çarpıcıdır bu bakımdan. Kürtleri sol yapılardan dışarı atmak, hareketin daha sertleşmesine ve daha ulusalcı karaktere bürünmesine neden oldu. HEP’in kadroları ve siyasal dili ile BDP’ninkiler arasında çok büyük fark var. HEP’tekiler daha mutedil. PKK’nın etkisi daha az. Bugün BDP’nin listelerini doğrudan PKK yapıyor. HEP’in listelerini kendileri yapmıştı. -90’dan sonra ayırıyorsunuz hem Kürt hareketi bakımından hem de Kürtler açısından. Neden? Devletin siyaseti daha güvenlikçi yaklaşım içindeydi. Aslında devlet 91’de çok ciddi bir siyaset değişikliği yapmaya girişmişken, PKK “ben devleti mağlup ediyorum, alan kontrolü bana geçmiş durumda. Devleti yeneceğim” diyerek, devletin uzattığı barış elini reddetti. Burada iki görüş var. -Nedir? Birincisi, devlet açılım yapmak istedi, PKK buna karşı çıktı. İkincisi ise devlet elini göstermelik olarak uzattı. Asıl amacı düşük yoğunluklu savaş konseptine geçmekti. Dönemin Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş’in köpekbalığı teorisi var ki bu çok önemli bir yaklaşımdır. Güreş, “PKK denizdeki köpekbalığı gibidir, yok etmek avlamakla olmaz, denizi kurutmak gerekir” diyor. Denizi kurutmak; köyleri boşaltmak, JİTEM’i kurmak, faili meçhullerin yaşanması demek. 93’te PKK’lıların affı MGK’da kabul ediliyor fakat ne acı tesadüftür ki aynı gün Bingöl’de 33 er şehit ediliyor. PKK uzatılan barış eline kurşun sıkıyor. -İlk raporlarda yer alan Kürtlerin batıya nakli, bazı köylerin boşaltılması, iskan politikaları 90’larda hayat buluyor diyebilir miyiz? Elbette. 1925 yılındaki Şark Islahat Planı’nın bazı maddeleri 90’lı yıllarda hayata geçiriliyor. Köy boşaltmalar, mezraların birleştirilmesi. 25’te dile getirilen temel tezleri oluşturuyor. Aynı dönemde devlet ciddi bir siyaset değişikliğine gidiyor. 8 Aralık’taki Diyarbakır gezisinde, Süleyman Demirel ve Erdal İnönü ‘Kürt realitisini tanıyoruz’ diyor. “Hakkâri ne kadar sizinse İstanbul da o kadar sizindir” diyor. Çok büyük laflar bunlar. 8 Aralık 91’de bu konuşma yapılıyor, 15 Aralık 91’de HEP’in birinci kongresine Öcalan’ın annesi geliyor, Leyla Zana “anaların anası” diye elini öpüyor. Türk bayrağını indirmek istiyorlar, Fehmi Işıklar engel oluyor. Toplumda bir infial yaratılıyor. Burada 28 Şubat benzeri bir provokasyon mu oldu, bilinmiyor. Bir görünmez el bir yandan Kürt siyasetini, bir yandan da toplumu ve askerleri mi tahrik etti bilmiyoruz. Yani ortada bir karanlık var. 91’deki siyaset değişikliği girişimi 93’te karşı darbeyle engelleniyor. Önce Uğur Mumcu’nun katledilmesi, Adnan Kahveci, Eşref Bitlis, Turgut Özal, Cem Ersever, Bahtiyar Aydın, Mehmet Sincar’ın hayatlarını kaybetmesi ve 33 erin şehit edilmesi, Başbağlar, Sivas olayları vs… 93 tam bir kâbus yılı oldu. -Devlet, Kürt meselesi için 80’lerin sonlarından itibaren bir plan içine girmiş; Çatlı, Yeşil, Ersever gibi isimlere roller verilmiş deniyor… Türkiye’de Gladio’nun devam etmesinin sebebi olarak Güneydoğu’daki savaş gösteriliyor. Soğuk savaş döneminin bitmesiyle dünyada Gladio tasfiye edildi. Türkiye’de ise Güneydoğu sorunu için bu yapı devam etti. Aynı zamanda askerin sivil siyaset üzerinde rol çalmasının kaldıracı da Kürt meselesi oldu. -Hulusi Sayın, Eşref Bitlis, Bahtiyar Aydın gibi 90’lı yıllarda terörle mücadele yöntemini eleştirdikleri için ortadan kaldırıldığı söylenen generaller var. İlk yıllarda farklı rapor yazanların akıbeti daha kötü değil! Ali Cemal Bardakçı, Kürt meselesinde daha mutedil siyaseti savunuyor. Bundan dolayı dönemin genel müfettişi İbrahim Tali Öngören tarafından sürgün ediliyor. Konya’ya gönderiliyor, çok genç yaşta emekli ediliyor. Korgeneral Ömer Halis Bıyıktay’ın Dersim raporu devletin yaklaşımına önemli eleştiriler getiriyor. Bıyıktay, Üçüncü Ordu Müfettişi, böyle rapor yazdı diye görevden alıyorlar, Kürtçü diyorlar. -Eski adamlar, şöyle yapalım, böyle yapalım demişler. 90’lara geldiğimizde ise ortadan kaldırmışlar, daha paranoyakça değil mi? Politikasının önündeki engel olarak görüyor. Tek parti döneminde ortadan kaldırılmıyorlar, ama 90’larda ortadan kaldırıyorlar. Tehdit algılaması değişiyor. Buna karar veren insanların görevden alacak gücü kalmamış olabilir, ikincisi kontrolü kaybettiğini düşünüyor olabilir. Üçüncüsü gerçekten bunların ölümü üzerinden yeni bir kaos yaratıp bundan faydalanma olabilir. E.Bitlis’in uçağı düşürüldüğünde, bunun suikast olduğunu düşünmüyorduk. Bahtiyar Aydın çok önemli bir örnek. Bunların ortadan kaldırılmasının çift etkisi var, hem devlette kaos yaratmak ve duruma hâkim olmak hem de düşük yoğunluklu savaşı meşru kılmak. -Raporlarda AK Parti dönemine geldiğimizde daha demokratik bir yaklaşım var. 90’larda geri adımlar var ama 2000’lerde ne değişti? Artık bu meselenin yönetilemez olduğu, güvenlikçi paradigmanın sorunu çözmediği, meselenin asayiş ve güvenlik tedbirleriyle çözülemeyeceği görülüyor. Bir insan hakları, hukuk sorunu olarak ele alınmaya başlanıyor. 90’larda devlet düşük yoğunluklu savaş konseptiyle sorunun çözümünün önündeki engel iken bu Kürt siyasetindeki sekterleşmeye ya da PKK hegemonyası sorununun çözümsüzlüğüne hizmet ediyor. 90’lardaki devlet ile bugünkü PKK yer değiştirmiş durumda. 90’larla mukayese edildiğinde, PKK’nın Kürtler üzerinde elinde silah olmasının ya da terör eylemi yapmasının meşruluğunu kaybettiği görülüyor. Artık kamuoyu daha fazla demokrasiden yana. Vesayet sisteminin kalkmış olması, Kürt sorununun çözüleceğinin bir işareti olarak görülüyor. Kamuoyu buna ikna olmuş durumda. Kürt siyasetindeki çok aktörlü yapı; Diaspora, Avrupa, KCK, İmralı ve BDP çözümün önünde engel olarak duruyor. Eskiden genelkurmay başkanı farklı, başbakan farklı, cumhurbaşkanı farklı şeyler söylerdi. Şimdi benzer bir durum Kürt siyasetinde var. Kürt siyaseti çözümün parçası değil, sorunun parçası olmaya devam ediyor. Zannımca PKK en geç beş yıl içinde silahlarını bırakacaktır. -Eylem yapma etkisi kalmadı diyorsunuz. Eylem yapma gücü var ama bunun meşruiyeti yok. Kürt Enstitüsü’nün kurulduğu, Kürt dili bölümünün açıldığı, 24 saat yayın yapan Kürtçe TV kanalının olduğu yerde PKK’nın eylem yapmasının toplumsal meşruiyeti ortadan kalkmış durumda. Örgüt akıllı, kendisini şartlara uyduruyor. Ankara bunu okuyamıyor. -70 rapor hazırlanmış, bir çözüm yok. 90’lardan sonraki raporların önemli kısmı demokratik yaklaşımı esas alıyor. En çok rapor hazırlayan sosyal demokrat partiler. Ama bunu ne parti siyasetine ne bir kamu siyasetine dönüştürebiliyor. Özal’ın çok güzel bir sözü var. “Kürt sorunu, Türkiye’nin orta ve büyük bir devlet olma iddiasının bir parçasıdır” diyor. “Türkiye ya bu sorunu çözecek, orta ve büyük devlet olacak ya da bu sorunu çözemeyecek, bu iddialarından vazgeçecek” diyor. Kürt sorunu artık Türkiye için kendisi bir imtihana dönüşmüş durumda. Kürt sorunu hızla toplumsallaşıyor. Böyle olunca bir Türk sorunu ortaya çıkıyor. Sivil itaatsizlik eylemleri pratikte çözümün önüne cam duvarlar inşa ediyor. AK Parti algıyı yönetemediği için açılım durdu -Raporlar üzerinden okuduğunuzda güvenlikçi yaklaşım ile demokratik yaklaşım ne kadar yer buluyor kendine? Güvenlikçi yaklaşım, Kürt sorununun çözümünün askerî tedbirlerle mümkün olmadığını büyük bedel ödeyerek öğrendi. 120 tane GAP projesi, 150 tane Boğaziçi köprüsü yapılabilirdi, ben buna dehşet dengesi diyorum. Soğuk savaş döneminde Varşova paktı ile NATO Paktı arasında silahlanma yarışı o kadar büyümüştü ki, buna bir kavram ürettiler; “dehşet dengesi”. Sen nükleer silah kullandığında ben de kullanıyorum, bu medeniyetin yok olması anlamına geliyor. Dehşetten bir denge oluşuyor. Kürt sorununda da böyle bir dengeye Türkiye gelmiş durumda. Bu noktadan sonra yeniden çatışma dönemi başlarsa, gerçekten büyük hadiseler olur. -AK Parti’de ciddi bir duruş var, askerde değişme var. Ama muhalefet de net değil? Çalışmamda Kürt sorununda “çözümün neresindeyiz” tablosu hazırladım. Son 20 yılda dile getirilen temel talepleri sıraladım. 25 temel talep var. Başta Kürt Enstitüsü’nün kurulması, Kürtçe radyo televizyon yayını, OHAL’in, DGM’lerin kaldırılması gibi. Bu taleplerin yüzde 95’i karşılanmış durumda. Bugün için Kürt sorunu Kürtçe eğitim sorununa dönüşmüştür. Bugün geldiğimiz noktada bu yapılanların Adalet ve Kalkınma Partisi tarafından halka anlatılamaması başka bir soruna yol açmış durumda. Hükümetle Kürt siyaseti arasında büyük bir “güven” sorunu var. 90’larda HEP’in hükümetten niye ayrıldığını biliyor musunuz? -Neden? OHAL uzatıldığı için. HEP’in koalisyonda kalmak için öne sürdüğü bir deklarasyon var, 19 madde var. Bunların önemli kısmı bugün karşılanmış durumda. Dün hükümette kalma pazarlığının temel maddesi OHAL’in kaldırılması idi. OHAL bu hükümetin kaldırdığı ilk icraatlardan biridir. Fakat bu topluma anlatılamıyor. Sanki Kürt meselesinde hiçbir şey yapılamamış, hiçbir mesafe alınamamış gibi bir algı oluşmuş durumda. AK Parti algıları yönetemediği için demokratik açılım başarısız oldu. -PKK’nın nihai hedefi bağımsızlık temelli değil mi? Öcalan, 15 Şubat 1999’da Türkiye’ye getirildiği için bağımsızlık talebinden vazgeçmiş değil ki. Bu düşüncesinden 90’larda vazgeçti. 92’de Mehmet Ali Birand, Bekaa’ya gidip Helve kampında görüştüğünde “Bizim devlet kurma talebimiz yok” diyor Öcalan. Birand şaşırıyor, “Sizin idealiniz Bağımsız Kürt devleti kurma değil mi?” diyor. Bunun üzerine Öcalan “Bu sorun devletin demokratikleşmesi sorunudur” diyor. Ankara’nın görmediği nokta bu. İstisnaları hariç KCK’nın da PKK’nın da ayrı bir devlet veya bağımsızlık gibi talebi yok. Fakat burada başka bir sorun var. Ankara eylem olmadığı zaman böyle bir sorun yokmuş zannediyor. Son dönemde Kürt siyasetinde devlet aklı hızla gelişiyor. Yani bu duygusal kopuş ya da makas açılıyor diye ifade edilen husus tam da bu. Abdullah Öcalan’ı, PKK’yı aşan hırçın, şımarık ve gerçeklikten kopuk damar hızla gelişiyor. Bu tamamen Ankara’nın hatasından kaynaklanıyor. Ankara taktik adımlarla yürümek istiyor, bir siyaseti yok.

Yorum Yaz