tatlidede

Ziya Kazıcı kimdir? Ziya Kazıcı kitapları ve sözleri

Akademisyen Ziya Kazıcı hayatı araştırılıyor. Peki Ziya Kazıcı kimdir? Ziya Kazıcı aslen nerelidir? Ziya Kazıcı ne zaman, nerede doğdu? Ziya Kazıcı hayatta mı? İşte Ziya Kazıcı hayatı...
  • 30.07.2022 04:00
Ziya Kazıcı kimdir? Ziya Kazıcı kitapları ve sözleri
Akademisyen Ziya Kazıcı edebi kişiliği, hayat hikayesi ve eserleri merak ediliyor. Kitap severler arama motorlarında Ziya Kazıcı hakkında bilgi edinmeye çalışıyor. Ziya Kazıcı hayatını, kitaplarını, sözlerini ve alıntılarını sizler için hazırladık. İşte Ziya Kazıcı hayatı, eserleri, sözleri ve alıntıları...

Doğum Tarihi: 1945

Doğum Yeri: Şanlıurfa

Ziya Kazıcı kimdir?

1945 Yılında Şanlıurfa Bozova Karacaviran’da doğdu. 1965 yılında Kahramanmaraş İmam-Hatip Okulu’nu, 1969 yılında da İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü’nü bitirdi. Mezuniyetinden sonra Isparta İ.H.L.’ne öğretmen olarak atandı. Askerlik görevini yaptıktan sonra tayin edildiği Kandıra Lisesi’nde öğretmen ve yönetici olarak çalıştı. Fakültemizdeki görevine YİE döneminde 1974 yılında asistan olarak başladı. Bu Enstitü’ye 1977 yılında öğretim üyesi ve müdür yardımcısı olarak atandı. 1983 yılında Atatürk Üniversitesi İslamî İlimler Fakültesi’nde ‘Osmanlılarda İhtisab Müessesi’ adlı doktora tezini verdi. 1987 yılında doçent, 1993 yılında da profesör ünvanını aldı.

Ziya Kazıcı Kitapları - Eserleri

  • Hz. Muhammed'in Aile Hayatı ve Eşleri
  • İslam Medeniyeti ve Müesseseleri Tarihi
  • Osmanlı'da Toplum Yapısı
  • Osmanlı'da Eğitim Öğretim
  • Anahatlarıyla İslam Eğitim Tarihi
  • Sultan Abdülhamid ve Dönemi : Osmanlı Devleti
  • Osmanlı'da Vakıf Medeniyeti
  • Uçbeyliği'nden Devlet -İ Aliyye'ye Osmanlı
  • Müslüman-Hıristiyan İlişkileri Tarihi
  • Hıristiyanlık
  • Osmanlı'da Yerel Yönetim
  • Misyonerlik ve Tebliğ Açısından İncil-Kur'an
  • İslam Kültürü ve Medeniyeti
  • Anahatları ile İslam Eğitim Tarihi
  • Unutulan Medeniyet Osmanlı
  • Osmanlı Devleti Tarihi
  • Osmanlı'da Vergi Sistemi
  • İslami ve Sosyal Açıdan Vakıflar
  • Osmanlı Medeniyeti Tarihi
  • Osmanlı Kültüründe Hz. Peygamber

Ziya Kazıcı Alıntıları - Sözleri

  • Ahilik, fütüvvet teşkilatının Anadolu’da aldığı bir biçim olarak yorumlanır. (İslam Medeniyeti ve Müesseseleri Tarihi)
  • Emevi halifeleri döneminde eğitim için genel ve kararlaştırılmış bir sistem bulunmuyordu. (Anahatlarıyla İslam Eğitim Tarihi)
  • Ekin (ziraat) ve onun vasıtası ile elde edilen maddeler, insanların yaşamalarını sağlayan hayati gıdalar olduğu gibi kültür kavramına giren unsurlarda da bu şekilde hayatî önemi haiz unsurlar bulunmaktadır. (İslam Medeniyeti ve Müesseseleri Tarihi)
  • Bu arada haremin Osmanlılarla birlikte ortaya çıkmadığını işaret eden bir yazar şunları söylemektedir: ”Harem denildiğinde akla önce Osmanlı İmparatorluğunu getiren batı nedense diğer ülkelerde olup biteni çıkarları nedeniyle sessiz kalmış ve sömürgeci bir tavırla diğerlerinin harem hayatını ve buna bağlı olarak gelişen esir ticaretini görmezlikten gelmişti. Oysa harem ne Türk ne de Osmanlı kaynaklı idi. Harem Osmanlılardan önce Emevîler’de, Abbasiler’de, İran ve Bizans,ta vardı (Osmanlı'da Toplum Yapısı)
  • Aişe validemiz, kendisiyle oynadığı bebeklerinin bulunduğunu, bazen komşu olan arkadaşlarının da yanına geldiğini ve onlarla birlikte oynadıklarını anlatır. Peygamber'in ise bunlara engel olmaya ve onları yasaklamaya kalkışmadığını, aksine bu hususta kendilerine yardımcı olduğunu söyler. (Okuyucu Notu: Bebekleriyle oynayan bir çocuğu akşam yatağa almak nasıl bir düşüncedir?) (Hz. Muhammed'in Aile Hayatı ve Eşleri)
  • Kadının Cennete gidebilme yolunu da çok basitleştiren Allah elçisi, ''Kocası kendisinden razı olarak ölen kadın, Cennet''liktir. diyerek bu yolun kapısını sonuna kadar açmıştır. (Okuyucu Notu: Bir kadın ağzı ile kuş tutsa eğer kocası memnun değilse, cennet yolları kapalı.) (Hz. Muhammed'in Aile Hayatı ve Eşleri)
  • İnsanın, bütün ihtiyaçlarına cevap veren İslâm Dini, onun çeşitli şekillerde maruz kalabileceği maddî sıkıntıları da ortadan kaldırmak üzere emirler vermiştir. Bu açıdan bakıldığı zaman İslâm, başka hiç bir din veya felsefî görüşle mukayese edilmeyecek kadar ilerdedir. Daha ilk kuruluş yıllarında ve Mekke’li müşriklerin bütün baskılarına rağmen Müslümanlar birbirleriyle kenetlenip yaşamaya çalışıp ve birbirlerine yardımcı oluyorlardı. İhtiyaç içinde bulunanlara yardım etmenin, İslâm’m önemli prensiplerinden biri olduğunu bilen Müslümanlar, bu yolda bütün varlıklarını harcamayı bile göze alıyorlardı. Nitekim İslâm tarihinin sayfaları bu şekilde harcamalarda bulunanların isimleri ile dolu bulunmaktadır. İslâm’ın en önemli şartlarından biri olan Zekât, bu anlayışın Cenab-ı Hakk tarafından ibâdetleştirilmiş şeklinden başka birşey değildir. Hz. Peygamberin “dinin ölçü ve belirtisi” olarak kabul ettiği Zekât, İslâm toplumunda çeşitli sebeplerden dolayı sıkıntıya düşmüş olan yoksullara yardım edip onları tekrar cemiyetin normal bir ferdi haline getirmek içindir. (Unutulan Medeniyet Osmanlı)
  • Kendilerinden bahs ederken, hatıralarının hafızamızda birer hikâye ve menkıbe gibi canlandığı ilk Müslümanlar, bu rahmet bulutunun boşalttığı sudan, kana içmişlerdi. Göğün, yeryüzüne son hediyesi olarak gönderilen bu rahmet sayesinde insanlar, madde ve menfaatin esiri olmaktan kurtulup, ruhî bir zevkin sırrına erdiler, Yasir ailesi, maddî bedenlerinin yok olması pahasına bu zevkin tadını çıkarmaktan geri kalmadı. Efendisi tarafından kızgın kumlar üzerine yatırılan Bilal, bu zevkin tadına erdiği için durmadan “Allah bir” diyordu. Mekke’de zenginleşen demircinin sırtına kızgın demirler yapıştırılırken o, bu zevki daha çok tatmak için putlarla alay ediyor ve “Allah bir” diyordu. “Muhammed’i benden başkası öldüremez” deyip yalın kılıç yola çıkan Hattab’ın oğlu koca Ömer, bu rahmet suyundan içtikten sonra, birçok kimsenin gizlice Mekke’yi terk ettiği hicret esnasında o, Kâbe’ye giderek Kureyş topluluğuna “Ben Medine’ye hicret ediyorum. Karısının dul, çocuklarının yetim, anne ve babasını evlatsız bırakmak isteyen varsa arkama düşsün” diyordu. Dillere destan cömertliği ile Hz. Ebubekir, bütün malını Allah yolunda sarf ederken bu rahmet kaynağından kana kana içiyordu. Vücudundaki, demir parçasının namazda çıkarılabileceğini, aksi takdirde acısına dayanamayacağını söyleyen Hz. Ali’nin, Allah huzurunda vücudunu, benliğini ve her şeyini unutacak derecedeki huşu’u, bu rahmetten kaynaklanıyordu. Gerekirse iki hanımından birini boşayıp Mekke’li Müslüman kardeşine (muhacir) nikâhlatmayı isteyecek kadar cömertlikte ileri giden Medine’li (ensar) , bu sırrın zevkini tadıyordu. Harpte, bir hurma tanesini yiyecek kadar zamanı çok bulan sahabi, bu zevki tattığı için düşman üzerine atılıyor, savaşıyor, vuruyor, öldürüyor veya şehid oluyordu. (Unutulan Medeniyet Osmanlı)
  • Cahiliye döneminin bir adeti, evlatlığın, öz evlat gibi sayılması idi. Evlatlık, öz evladın bütün haklarına sahip olurdu. İslamiyet bu geleneği kaldırdı. Kur'an-ı Kerim, evlatlığın dul kalan zevcesini nikahlamayı manevi babalara helal kıldı. (Hz. Muhammed'in Aile Hayatı ve Eşleri)
  • Zeyneb b. Cahş: -“Ben kulağımla gözümü, işitip görmediğim her şeyden muhafaza ederim. Allah’a yemin ederim ki ben Aişe hakkında hayırdan başka bir şey bilmem.” (Hz. Muhammed'in Aile Hayatı ve Eşleri)
  • DÅRU'L-HADİSLER Hz. Peygamberin söz, fiil ve takrirlerinden ibaret olan Hadis tedris ve tetkiklerine tahsis edilmiş olan bu medreselerin ilki Haleb Atabeklerinden Nureddin Mahmud b. Zengi (541-569/1146-1174) tarafından Şam'da açılmış olup kurucusunun lakabına nisbetle en-Nuriyye» adiyle anılmıştır. Bunların ikincisi Musul'da açılmıştı. Daha sonraları da pek çok yerde bu medreseler açılmışlardı. Bu arada, Anadolu'da da benzer müesseselerin açıldığı görülmektedir. Nitekim, Anadolu Selçuklularının meşhur veziri Sahib Atà Konya'da Ince Mináre Daru'l-Hadisi'ni, İlhanlı veziri Şemseddin Cüveyni ise Sivas'ta Çifte Minare Dåru'l-Hadisini tesis etmişlerdir. (Anahatları ile İslam Eğitim Tarihi)
  • Sevde, Peygamber'in gönlünün, kendisi ile mukayese edildikleri zaman çok genç ve güzel olan hanımları ile bulunduğunu biliyordu. Buna rağmen bu kadın, yeme, içme, giyim ve mesken gibi maddi konularda diğer hanımlarından aşağı kalmayacak imkanlara sahipti. Bununla beraber gönül işinde o derecede bir imkana sahip değildir. Peygamber bu durumdan memnun değildi. Bu duruma en iyi çare onu boşamak olacaktı. (Hz. Muhammed'in Aile Hayatı ve Eşleri)
  • Osmanlı döneminin, tarih, medeniyet veya müesseseleri üzerinde çalışmak isteyen bir kimsenin, her şeyden önce o dönemde kullanılan alfabeyi bilmesi gerekir. Böyle bir ifade kullanıyoruz çünkü günümüzde pek çok kişi, bu alfabe ve hele arşiv belgelerinin dilini anlamadan tarih yazmaya kalkışıyor. Belli bir gaye ve ideolojiye göre yazılan bu neviden eserler, bazı kesimler yanında revaç bulmaktadır. Aslında bu neviden eserlere bir anlamda tarihî roman demek gerekir. Osmanlı alfabesi sayesinde, Osmanlı döneminden kalma yazma veya matbu eserler okunup anlaşılabilir. İş bununla da bitmiyor, zira Osmanlı dönemi demek, bir anlamda arşiv belgeleri demektir. Devlet kayıt ve yazışmaları dediğimiz bu belgeler, hemen her sahada bilgi edinmemize yardımcı olurlar. İşte bunun için arşiv belgelerine dayanmayan bir Osmanlı çalışması da eksik olmakla karşı karşıyadır. Bununla beraber Osmanlı araştırmaları, sadece arşiv belgelerine değil, daha başka kaynaklara da muhtaçtırlar. Bu kaynaklardan bazılarının isimleri şöyledir: Devlet Kayıt ve Yazışmaları (Arşiv belgeleri) , Kanunnâmeler, Şer’iyye Sicilleri, Vakfıyeler, Tarihler, Vekayinâmeler, Salnâmeler, Siyâsetnâmeler, Tereke Defterleri, Tahrir Defterleri, Seyahatnâmeler, Tarik Defterleri, Hâtıralar, Kitâbeler. Teşrifatnâmler, Tabakat ve Biyografi Kitapları. (Unutulan Medeniyet Osmanlı)
  • Ebû Lübabe’nin tevbesinin kabul edildiğine dair olan ayet (Tevbe,102) Rasulullah’a, Hz.Ümmü Seleme’nin evinde iken bir seher vakti nazil oldu. (Hz. Muhammed'in Aile Hayatı ve Eşleri)
  • Sultan III. Mehmed'in cülusundan (1595) itibaren şehzadelerin fiilen sancağa gönderilme usulü tamamen terk edildi. Bundan sonra şehzadeler adeta Harem'e hapsedildiler. (Bu arada Osmanlı'da Harem Batılı oryantalistlerin uydurduğu şekliye ve dizilerde gösterildiği gibi Padişahların gönül eğlendirdiği bir kurum kesinlikle değildir. Orada hatunlara ve Enderunlulara eğitim verilmekteydi.) XVII ve XVIII. asırlarda Topkapı Sarayı'nın Harem kısmında "Şimşirlik" denilen dairede hayatlarını geçiren şehzadelerin şahsiyetleri tam gelişememiş, ilim ve kültür bakımından zayıf kalmışlardı. (Sultan Abdülhamid ve Dönemi : Osmanlı Devleti)
  • Sultan III. Mehmed'in cülusundan (1595) itibaren şehzadelerin fiilen sancağa gönderilme usulü tamamen terk edildi. Bundan sonra şehzadeler adeta Harem'e hapsedildiler. (Bu arada Osmanlı'da Harem Batılı oryantalistlerin uydurduğu şekliye ve dizilerde gösterildiği gibi Padişahların gönül eğlendirdiği bir kurum kesinlikle değildir. Orada hatunlara ve Enderunlulara eğitim verilmekteydi) XVII ve XVIII. asırlarda Topkapı Sarayı'nın Harem kısmında "Şimşirlik" denilen dairede hayatlarını geçiren şehzadelerin şahsiyetleri tam gelişememiş, ilim ve kültür bakımından zayıf kalmışlardı. Bununla beraber XVIII. asrın sonlarında şehzadeler, tekrar serbest hareket eder olmuş ve devlet işleriyle ilgilenir olmuşlardı. (Sultan Abdülhamid ve Dönemi : Osmanlı Devleti)
  • Birgün Alparslan Nizamülmülk ile Nisabur'da caminin kapısında üstü başı perişan gençleri görünce bunların kim olduklarını ve niçin böyle bir durumda bulunduklarını sormuş, vezir de ona ''bunlar, insanların en şereflileri olup, dünya zevki bulunmayan ilim talibleridir.'' Cevabini vermiş. Bunun üzerine şıktan, bunlara bir yurt inşa edilmesini ve maaş bağlanmasını emretmiş. (Anahatlarıyla İslam Eğitim Tarihi)
  • İnsan fıtratında mevcud olan yardımlaşma hissi, şüphesiz ki insanlık tarihi kadar eskidir. Bu his, dinî emir ve hükümlerle birleşince daha bir kuvvet kazanır. İslâm ülkelerinde vakıfların, asırlarca büyük bir fonksiyon icra etmesinin sebebini burada (dinî his) aramak lâzımdır. Çünkü “İnsanların en hayırlısı, insanlara faydalı olan, malın en hayırlısı, Allah yolunda harcanan (başka bir ifade ile vakfedilen), vakfın en hayırlısı da insanların en çok duydukları ihtiyacı karşılayandır” prensibinin mânasını çok iyi bilen Müslümanlar, bu yolda birbirleri ile âdeta yarış edercesine vakıf eserler kurmuşlardır. Kişinin, kendine ait bir malı sırf Allah rızası için kendi mülkiyetinden çıkarma diyebileceğimiz vakıf geleneği Islâm dünyasında o kadar yaygın bir hal aldı ki, başta hükümdar ve aileleri olmak üzere ; malî imkâna sahip pek çok Müslüman'ını yukarıda temas edilen hadiste belirtilen müjdeye nail olmak için bütün imkânlarını kullanma gayretine düştüğü görülür. Bu anlayıştan hareketledir ki, İslâm âleminde sâdece insanlar için değil, hayvanlar için de vakıflar kuruldu. İnsanın, gıda, saglık, ibâdet, egitim, ulaşım, ticaret vb. gibi daha nice ihtiyaçları hep vakıflara karşılanır oldu. Bunun içindir ki özellıkle Osmanlı döneminde hangi sahaya el atarsak atalım orada karşımıza bir vakfın çıktığını görürüz. Nitekim vakıf eserlere bakıldığı zaman onların şu kısımlara ayrıldığını görmek mümkündür: dini saha ile ilgili olanlar, eğitimle ilgili olanlar, sivil ve askeri konularla ilgili bulunanlar, ekonomik saha ile ilgili bulunanlar, sosyal saha ile ilgili olanlar, su tesisleri ile ilgili olanlar, spor tesisleri ile ilgili olanlar. Bunlardan başka, makbereler (mezarlıklar) , zayıf hayvanların atlaması için çayır ve meralar, hasta veya uçamayan göçmen kuşlara kışın bakmak, yaşlı ve çalışamaz durumdaki hamallara yardım, köle ve cariyelerin azad edilmesi için para yardımında bulunmak, kırdıkları kapkacağın benzerini almak ve böylece efendileri tarafından azarlanmaktan kurtulmaları gayesiyle hizmetçilere yardım için kurulan vakıflar, çocuklar için oyuncak vakıfları, fakirlere bayramda elbise almak ve fakir kızlara çeyiz parası sağlamak için kurulan vakıflar. Burada kısaca isimlerini verdiklerimizden başka daha nice vakıf kuruldu. Bütün bunlar, zengin olan Müslümanların kendi malları ile başkasına yardım için baş vurduğu çarelerden birkaçıdır. (Unutulan Medeniyet Osmanlı)
  • Osmanlı Devleti’nde, sosyal (ictimaî) yardımlaşmayı sağlayabilmek ve halka yardımcı olma hususunda çeşitli zamanlarda hastahane, han, kervansaray, çeşme, sebil ve imâret (aş evi) gibi bir çok müessese meydana getirilmiştir. Buralarda tedavi olmak, konaklamak veya yararlanmak için başvuranlara her türlü hizmet, karşılıksız olarak yapılır. Bu müesseselerdeki hizmetin bedeli de onların bânisi olan kimselerce kurulmuş bulunan vakıflardan sağlanırdı. Bu sâyede, fakir ve yoksul halk ile yolcular, hayatlarını normal şartlar altında idâme etme imkânlarına kavuşabiliyorlardı. Hâlâ bugün bile, memleketimizin birçok yerinde, bizimle birlikte yabancıların da hayranlık nazarlarını celb eden sayısız han, kervansaray, tarihî hastahane ve çeşmeler gibi eserler bulunmaktadır. Han ve kervansaraylara gelen yolculara üç gün için her türlü hizmet, karşılıksız olarak verilirdi. Bunlara yemek verildiği gibi çamaşırları da yıkanırdı.ı Gerek misafirin kendisinin, gerekse hayvanının hastalığında tedavisi cihetine gidilirdi. Böylece hem kendisine, hem de hayvanına en güzel şekilde muamele edilerek, mümkün mertebe yolculuğun verdiği sıkıntı giderilmeye çalışılırdı. Bütün bu hizmetler, o han veya kervansarayın kurucusu tarafından yapılmış bulunan vakıflarca karşılanırdı. Bu hizmetler, vakfın vakfiyesinde yazılı olurdu. Herkes buna uymak zorunda idi. (Unutulan Medeniyet Osmanlı)
  • “Ey güzel görüşlü, sirke bile balla düşüp kalkarsa baş ağrısına ilaç olur.” (İslam Medeniyeti ve Müesseseleri Tarihi)

Yorum Yaz