tatlidede

Bebeklerin Ahlaki Yaşamı - Paul Bloom Kitap özeti, konusu ve incelemesi

Bebeklerin Ahlaki Yaşamı kimin eseri? Bebeklerin Ahlaki Yaşamı kitabının yazarı kimdir? Bebeklerin Ahlaki Yaşamı konusu ve anafikri nedir? Bebeklerin Ahlaki Yaşamı kitabı ne anlatıyor? Bebeklerin Ahlaki Yaşamı PDF indirme linki var mı? Bebeklerin Ahlaki Yaşamı kitabının yazarı Paul Bloom kimdir? İşte Bebeklerin Ahlaki Yaşamı kitabı özeti, sözleri, yorumları ve incelemesi...
  • 03.02.2023 08:00
Bebeklerin Ahlaki Yaşamı - Paul Bloom Kitap özeti, konusu ve incelemesi

Kitap Künyesi

Yazar: Paul Bloom

Çevirmen: Ezgi Kardelen

Yayın Evi: Verita

İSBN: 9786056533754

Sayfa Sayısı: 286

Bebeklerin Ahlaki Yaşamı Ne Anlatıyor? Konusu, Ana Fikri, Özeti

Ünlü seri katil TedBundy de bir zamanlar bebekti, şiddet karşıtlığıyla tanınan MahatmaGandhi de… Peki, bebeklerden sosyopatlar yaratan 'karanlığın' ya da empati ve merhamet duygularıyla dolu insanlar yaratan 'aydınlığın' kökenleri nerede aranmalı? İyiliği ve kötülüğü içimizde eşit biçimde mi barındırıyoruz? Paylaşımcılık, eşitlikçilik, fedakârlık gibi olumlu özelliklerimiz ve acımasızlık, saldırganlık, kıskançlık gibi olumsuz özelliklerimiz doğuştan mı gelir, sonradan mı edinilir? Onlara doğrudan zararı dokunmayan 'yanlış davranışlar', hem bebekleri hem de yetişkinleri neden bu denli öfkelendiriyor?

Yale Üniversitesi'nde psikoloji profesörü olarak görev yapan Paul Bloom, Bebeklerin Ahlaki Yaşamı'nda bu sorulardan yola çıkarak ahlakın, ahlak algısının ve ahlaki dürtülerin evrimsel kökenlerine ışık tutmayı amaçlıyor. Bloom bu kitabında, konu üzerine gerçekleştirilmiş şaşırtıcı deneylerden, araştırmalardan ve çalışmalardan yararlanıyor ve ortaya hayli ilgi çekici sonuçlar çıkıyor. Sonuçta hatırlamakta yarar var: "Bizler iki ayağı üzerine doğrulmuş maymunlarız, gökten inmiş melekler değil."

"Bloom'da, akademik çalışmaları anlaşılır ve çekici metinlere dönüştürebilme yeteneği var... Herhangi bir şüpheciyle tartışmaya girmekten haz duyacağını gösteren bir otorite ve açıklıkla yazıyor."

-Washington Post-

(Tanıtım Bülteninden)

Bebeklerin Ahlaki Yaşamı Alıntıları - Sözleri

  • bebeklerin başkalarının iyilik ve kötülüklerine karşı gösterdikleri duyarlılık, iyi ve kötü davranışlar sergileyebilme yetilerinden çok daha önce gelişir. O halde, "ahlak duygusunun" önce başkalarına yönelip, gelişimin daha sonraki dönemlerinde kişinin kendine dönüyor olması muhtemeldir.
  • Emekleme çağındaki çocuklar da bazen başkalarının acısına bencilce tepkiler verebilir; bu davranışları, aslında kendilerine nasıl davranılmasını istediklerini ortaya koyar. Söz gelimi, psikolog Martin Hoffman on dört aylık bir bebeğin, ağlamakta olan bir arkadaşını çocuğun annesine değil, kendi annesine götürdüğünü anlatır. Hoffman bu kafa karışıklığının, çocukların başka bir bakış açısı edinmeye yetecek bilişsel karmaşıklığa ulaşamamış olmalarından kaynaklandığını ileri sürer.
  • Dikkatimizi dağıtan duygular söz konusu olmadığında, doğru ve yanlış konusundaki yargılarımız, kişinin davranışı sonucunda dünyanın bundan nasıl etkileneceğine bağlı olarak değişir.
  • Immanuel Kant ise ahlakın özünü şöyle tarif eder: "Yalnızca evrensel bir yasa olması gerektiğine inandığın bir düstura göre hareket et."
  • Cinsellik çok daha basit bir sebepten dolayı tiksindiricidir. Bedenlerle ilgilidir ve bedenler iğrenç olabilir. Vücut sıvılarının değiş tokuş edilmesi bize ölümlü yaratıklar olduğumuzu hatırlattığı için değil, bu sıvılar ilkel tiksinme dürtülerimizi harekete geçirdiği için problemlidir. Aşk ve şehvet gibi dürtülerimiz bu tepkileri baskılar ya da yok eder. Fakat tiksinti bizim doğal fabrika ayarımızdır.
  • Kız çocuklar teskin etmeye erkek çocuklardan daha fazla meyillidir; bu da ortalamaya bakıldığında empati ve merhamet duygularının dişilerde daha fazla olduğunu ortaya koyan çok sayıdaki araştırmayla uyum içindedir.
  • Her birimiz korkunç bir suç işlemekten yalnızca birkaç tık uzaklıktayız.
  • Psikopatinin, patolojik yalan söyleme, pişmanlık ya da suçluluk duygularından yoksun olma gibi pek çok belirtisi vardır, ancak temel eksiklik başkalarının acılarına karşı duyarsızlıktır. Psikopatlar merhametten yoksundur.
  • Önce evrim gelir. Ahlakın doğal gelişimi, etkileşim halinde olmadığımız binlerce yabancıyla bir arada yaşadığımız bir dünyada değil, aileler ve kabileler halinde yaşayan küçük insan gruplarında başlar.

Bebeklerin Ahlaki Yaşamı İncelemesi - Şahsi Yorumlar

BİZİM AHLÂKLI MİNYATÜRLERİMİZ: İnsanlığın en eski zamanlarından bu yana varlığını sürdüren kavram: Ahlâk. Ahlâk nedir, kuralları nelerdir, neleri ve kimleri kapsar, sınırları nerde başlar ve nerde biter? Bu ve bunun gibi pek soru yüzlerce yıldır insanların kafasını karıştırmıştır ve sanıyorum ki karıştırmaya da devam edecektir. Özellikle tarih, bilim, araştırma ve inceleme dallarında yapılacak olan okumalarda yazarın akademik kariyerine dikkat etmek gerektiğini düşünüyorum ve okumalarımı da bu bağlamda yönetmeye çalışıyorum. Yazarımız Paul Bloom Yale Üniversitesi'nde psikoloji ve bilişsel bilim profesörüdür. Pek çok bilim dergisinde makaleleri yayınlanan, ödüllü bir araştırmacıdır. Çalışmaları göz önüne alındığında yazmış olduğu bu kitabın da dikkate alınmasının önemli olduğuna inanıyorum. Kitabın dilinin oldukça net ve anlaşılır olduğunu söylemem gerekiyor. Diğer bilimsel araştırma inceleme kitaplarına nazaran daha kolay okunabiliyor ve bu yüzden bu alana ilgi duyan herkesin kolayca okuyabileceğini sanıyorum. Yazarımız ilk olarak ahlâk kavramını ele alıyor. Bazı insanlar ahlâk kavramını toplumun yarattığı bir dayatma olarak nitelerken bazıları bunun insanlığın evrimiyle birlikte doğal süreçte var olduğunu düşünüyor. İnsanlığın ilk zamanlarından bu yana bu kavrama yüklediğimiz anlam çok değişmese de ahlâki değerler sürekli değişmiştir. Gerek toplumlar arasında gerekse de çağlar arasında bu değerler oldukça farklılık göstermektedir. Bundan belki yüz sene öncesinde eşcinsellik büyük ahlaksızlık ve suç sayılırken bugün eşcinsel bireylere yönelik saldırılar ahlaksızlık olarak niteleniyor. Veyahut iki yüz sene önce kadın erkek eşitliği kavramı çok güçsüzken bugün bu kavrama karşı çıkanlar olumsuz yargılara maruz kalıyor ve bence kalmalıdır da. Öte yandan ahlâk ya da ahlâksızlık kavramları sadece olumsuz davranışlar üzerinden değerlendirilmemektedir. İyi bir davranışta bulunmak, kötü bir davranışta bulunmak, kötü davranışa tepkisiz kalmak ve hatta bazı durumlarda tamamen nötr kalmak da ahlâklılık ya da ahlâksızlık olarak nitelenebiliyor toplumun gözünde. İşte tüm bunların doğuştan mı geldiğini yoksa toplum tarafından mı empoze edildiğini anlamak için bir dizi deney yapılmış ve sonuçları da kitapta değerlendirilmiştir. Deneylerden birinde izleme ve uzanma metodu ile bebeklerin seçimleri değerlendirilirmiştir. Bebeklere izletilen birbirini engelleyen ve yardımcı olan objeler arasında seçim yaptırıldığında, bebeklerin açık ara yardımcı olan objeyi seçtiği gözlemlenmiştir. Öte yandan diğer objeyi engelleyen bir objeye daha dikkatli baktıkları da görülmüştür. Zararlı şeylere odaklanma ve kendimizi korumak için önlem alma davranışımız ve yararlı şeyleri kendimiz için seçtiğimiz düşünüldüğünde aradaki davranışsal benzerlik oldukça önemlidir. Yazar empati ve merhamet kavramları arasındaki farka özellikle dikkat çekmeye çalışmıştır. Empati duyan insan karşısındakinin yaşadığı acıyı içselleştirse, onun duygularını hissedebilse bile ona yardım etmeyebilirken; merhamet duyan kişi acı çeken bireyi bu acıdan kurtarmaya çalışır. Yapılan deneylerde bebeklerin empati duygularının var olduğu, buna istinaden bazı durumlarda acı çeken kişiyi gören bebeğin o ortamdan uzaklaşırken bazı durumlarda merhamet duygusu ile kişiyi teskin ettiği gözlenmiştir. Özellikle kız çocuklarının erkek çocuklara nazaran teskin edici özelliklerinin daha yoğun olduğu anlaşılmıştır. Bazı deneylerde ise yardım etme davranışına yoğunlaşılmıştır. Bebeklerin ve çocukların özellikle yetişkinlere yardım ettikleri zamanlarda daha büyük haz aldıkları ortaya çıkmıştır. Uzmanlar bunun merhamet duygusundan ziyade başarının ve problem çözmüş olmanın verdiği bireysel mutluluktan kaynaklandığını da düşünmektedir. Söz konusu minik insanlar olunca kesin yargılara varmak çok da kolay olmuyor belli ki. Bir sonraki konu eşitlik ve adalet konusudur. Bebekler özne kendileri olmadığı durumlarda adaleti eşitlik ile sağlamaktadır. Deneylerdeki tüm bireylerin dağıtımdan eşit pay almalarını, şayet artma durumu olursa artan payın yok edilmesini tercih etmektedirler. Bir kişinin fazla edim sağlamasındansa, payın yok olması yeğdir onlar için. Ama öznelerden biri kendileri olduğunda fazla payı alma konusunda hiç de adil değiller. Fazla payı seve seve kendilerine seçebiliyorlar. Öte yandan ilginç olan şey şudur. Sunulan seçeneklerde ya karşıdaki senden fazla alacak ya da her ikiniz de hiçbir şey almayacaksınız şeklinde bir senaryo olduğunda; bebekler karşılarındaki bireyin kendilerinden fazla pay alma ihtimallerindense hiç pay almayıp karşılarındaki bireyi de eli boş bırakmayı tercih etmektedirler. Bunun sebebinin rakibi güçsüz bırakma eğilimi olabileceği akla gelmektedir. Bu şekilde bakıldığında bebekler ve yetişkinler arasında bu tür konularda çok da fark yoktur. Belki biz zaman zaman azla yetinerek o anı kurtarmayı seçsek de uzun vadede gücü karşı tarafa kaptırmaya razı olmayız. Bebekler sadece duyguları ve dürtüleri ile hareket ederken biz buna ek olarak bir de akıllıca düşünmeyi ekleriz. Tabi her zaman aklı duyguların önüne almayı becerdiğimiz söylenemez. Bir diğer önemli konu cezalandırma eğilimi konusudur. Bebekler iyi ve kötüyü karşılarında iken ayırt edebilmektedirler. Ödül verirken iyiye verebiliyor, kötüyü ödülden mahrum bırakmayı seçebiliyorlar. Biz yetişkinlerde de benzer durumlar yaşanmaktadır. Özellikle şimdiki dönemde sosyal medya gibi bir ortamda neredeyse her gün suçluların acı çekmesini, toplumun bu acıdan olumsuz etkilenecek olmasına bile yeğlediğimizi açıkça görüyoruz. Toplumda gelişen linç kültürü buna çok güzel bir örnektir. Hatalı olduğunu düşündüğümüz bir bireyin suçundan emin değilsek bir parça düşünüp geri adım attığımız olabiliyor fakat suçundan emin isek cezalandırılması için elimizden gelen tüm tepkiyi ortaya koyuyoruz. Bu ceza belki toplumun merhamet düzeyine, belki öfke problemiyle baş etmesine, belki de kendini sorgulamasına olumsuz etki edecek olsa bile bunu yapmaktan geri durmuyoruz. Örneğin çocuk istismarcısı bir bireyin, en büyük cezayı almasını toplum vicdanını olumsuz etkilese bile yeğlerim. Bunu yaparken modern toplum bireyi olduğum için cezayı kendim vermeyi değil kolluk kuvvetleri ve hukukun vermesini beklerim. Şayet cezasını az bulursam da öfkem bu kez hem suçluya hem de hukuka yönelir. Bu şekilde düşündüğüm için kendimi suçlamıyor ve bunun normal bir tepki olduğunu düşünüyorum. Çünkü evrimsel süreçte anlık reflekslerimiz karar vermemizde ve kendimizi tehlikelerden korumamızda büyük rol oynamıştır. İstismarcı bir bireyi toplum ve kendim için bir tehdit olarak görmem ve anlık olarak ondan kurtulmak istemem normaldir, ayrıca istismara uğrayan çocukla empati kurmam da intikam duygumu tetikleyecektir. Tabi diğer taraftan bu duygularımın topluma yansıması ve onu ne derecede olumsuz etkilediği ayrı bir tartışma konusudur. Gelelim bireysel ve bedensel yakınlık konusuna. Bebekler anne karnında duydukları seslere doğduktan sonra da aşina olurlar. Bu yüzden özellikle dil konusunda ayırt etmeyi bilerek doğarlar. Kendi dillerinde konuşan insanlara daha fazla yakınlık duyarlar. Veyahut kendilerine daha çok anneleri bakıyorsa kadın cinsine, babalarından daha fazla ilgi görüyorsa da erkek cinsine yakınlaşırlar. Bu tür ayrımları daha doğar doğmaz yapabilirler. Evrimsel süreçte sanıyorum ki her canlı türü kendi akrabalarına karşı daha korumacı, daha yakın ve daha sempatik olarak gelişim göstermiştir. Pek çoğumuz mensup olduğumuz grupların daha başarılı olmasını isteriz ve kendi içinde bulunduğumuz toplulukları, aileyi, kan bağımız olan akrabalarımızı diğer insanlardan ve topluluklardan önde tutarız. Ve esasında başkalarına zararımız dokunmadığı sürece bunlar gayet normal davranışlardır. Bebeklerin cinsiyet ve dil gibi ayrımları olsa da bizimki kadar ayrımcılıkları yoktur. Din ya da ırk gibi net ayrımları olan olguları bebekler anlayamazken içinde bulunduğumuz toplum bu ayrımları bize yetişkinlik çağımıza kadar empoze eder. Her ne kadar ufak ayrımlar ile doğsak da insanlığın şimdiki gibi birbirini ötekileştirecek hale gelmesinde insan doğasının büyük bir katkısı yoktur. Bu sebeple ayrımları oluştururken birilerine zarar vermeyecek, incitmeyecek, ötekileştirmeyecek şekilde yapmak insanlığın geleceği için oldukça önemlidir. Yine bedenlerle alakalı başka bir önemli konu da tiksinme duygusudur. Dünya yüzündeki nerdeyse her birey farklı varlıklara karşı olsa da muhakkak bir şeylerden tiksinmektedir. Bebekliğin ilk çağlarında bu genelde görülmez fakat bir yaştan sonra bu duygu gelişir. Bazı uzmanlar bu durumun tuvalet eğitimi sırasında bebeklere yetişkinler tarafından empoze edildiğini düşünmektedir. Özellikle beden sıvıları birincil düzeyde tiksinti yaratan olgulardır. Bunlar daha çok kirli ve kötü kokulu olarak beyinlerde yer etmiştir. Çirkin hayvanlar, çürümüş yiyecekler, yapışkan ve pis görünümlü şeyler insanlarda o varlıklardan uzaklaşma hissi yaratır. Bunlarla bağlantılı olarak cinsel ahlakın da geliştiği düşünülmektedir. Ensest ve homoseksüel ilişkiler ya da pedofili gibi suçlar insanların pek çoğu için mide bulandırıcıdır. Çoğu ülkede homoseksüel ilişki yakın zamanlara kadar suç bile sayılıyordu. Öte yandan ensest ve pedofili halen daha suç olmaya devam etmektedir ki bence doğrusu da budur. Zira hepimiz belli bir cinsel ahlâka sahibiz. Kaldı ki bunlar bireysel düşüncelerden uzak tutulan ve kanunlarla belirlenen alanlardır zaten. Bunun yanında homoseksüel ilişkilerin tiksindirici ya da suç teşkil eden ilişkiler olduğunu da düşünmüyorum. Her yetişkinin cinsel hayatının yönetimi kendisinde olmalı ve bu diğer bireylerin bilmesine gerek olmayan bir konu olarak yaşanmalıdır. Bazı araştırmacılar bu tür ilişkilerin doğal üreme sistemine aykırı olması sebebiyle evrimsel süreçte tiksindirici olarak zihinlerimize kodlanmış olabileceğini öne sürüyor ve bu düşününce bana oldukça da mantıklı geliyor. Çünkü türlerin devamı iki ayrı cinsin cinsel birleşmesine sıkı sıkıya bağlıdır. Yazarın çok hoşuma giden bir düşüncesi var. Bazı deneylerde ırk ayrımının da tiksinme duyguları ile bağlantılı olduğu belirlenmiştir. Yazar bu sebepten dolayı tiksinme duygularını toplumsal ahlâk kurallarını inşa ederken ciddiye almamamız gerektiğine inanıyor. Şimdi de aidiyet konusuna kısaca bakalım. Nerdeyse hepimiz bir ailenin içine doğarız. Bizimle ilk ve en çok ilgilenenler ebeveynlerimiz, sonrasında kardeşlerimiz ve akrabalarımız olur. Bizler de büyüdükçe bize önem veren bu insanlara karşı korumacı bir tavır almaya başlarız. İlk başlarda sadece fayda sağladığımız bu insanlara yaşımız ve yeteneklerimiz ilerledikçe bizler de fayda sağlamaya başlarız. Akraba kayırmacılığı esasında doğmadan evvel genlerimize işlemiştir. Evrimsel süreçte her bireyin kendinden sonraki önceliği yakın akrabası olmuştur. Kendi kan bağının soyunu sürdürmek kendi soyunu sürdürmekle yakından ilgilidir. Ahlâki değerlerimiz de işte bu sürece uygun olarak şekillenmiştir. Seçim yaparken önce kendi ailemizin, mensup olduğumuz grubun, içinde bulunduğumuz yakın topluluğun iyiliğine olacak kararlara öncelik veririz. Şayet yakın bireyler yoksa insanlığa ortak fayda sağlayacak seçimler yaparız. Evrim biyologlarının, psikologların ve felsefecilerin bu konuda genelde ortak düşündüklerini de belirtiyor yazarımız. Son olarak kitapta bizi Nasıl İyi Olunur? sorusu karşılıyor. Ahlâki değerlerin bir kısmı bizimle beraber doğuştan gelse de asıl şekillendirme toplum tarafından yapılmaktadır. Üstelik bu değerler daha önce de bahsettiğim gibi zaman içinde toplumdan topluma değişmektedir. Örneğin bebekler bağış yapmanın iyi bir davranış olduğunu doğduklarında bilemezler ama büyüdükçe ihtiyacı olana yardım etmenin doğru bir davranış olduğunu öğrenirler. Üstelik bu belki de her toplumun ortak bir ahlâki değeridir. Bazı araştırmacılar din konusunun toplum ahlakında büyük bir yer tuttuğunu belirtiyor. Dinlerde yer alan kuralların ve öğretilerin, içinde bulunduğumuz toplumu daha iyi hale getirdiğini düşünüyor. Fakat ben bunun böyle olduğuna okurken çok da kanaat getiremedim. Zira dini öğretiler de toplumların o dönemde içinde bulundukları ahlaki normlara göre şekillenmiştir. Dinlerde eşcinsellik, kürtaj, evlilik dışı cinsel ilişkiler kesinlikle ahlaksızlık olarak görülmekte iken günümüzde bu değerler değişmektedir. Özellikle bugün kürtaj karşıtlığı ahlaki değerlerimize zarar vermektedir ve pek çok birey tarafından asla desteklenmemektedir. Bir kadını istemediği bir çocuğu doğurmaya zorlamak hem kadın için hem de doğacak olan istenmeyen çocuk için kötü bir gelecek yaratacaktır. Elbette bu bebeğin yaşam ibarelerinin gelişimi göz önüne alınarak tıbbi kurallarla belirlenmiştir ve en doğru şekilde uygulanması gerekmektedir. Yani "siz çocuğu doğurun devlet bakar" şeklindeki bir mantık çocuk için de anne için de vicdansızca bir yaklaşımdır. Aynı şekilde cinsel birliktelikler de toplumlarda daha özgür yaşanabilir hale gelmiştir ve ahlaksızlık olarak lanse edilmesine karşı çıkılmaktadır. Bu şekilde düşünüldüğü zaman dinlerin bizleri daha ahlaklı bireyler haline getirdiği söylenemez. Elbette geçmişte toplumlara pek çok yönden katkı sağlamış ve halen daha birçok bireye yardımcı olmaktadır ama dinlerin yararını genel geçer bir kural olarak belirtmeyi çok doğru bulmuyorum. Bahsettiğim bu konulara dair kitap çok daha fazla örnek, deney ve görüş barındırmakta olup gayet zengin bir içeriğe sahiptir. Ahlâk kavramı her birimizin özgürce hakkında ahkam keseceğimiz, diğer insanlara dayatabileceğimiz, onları yargılayıp ötekileştirebileceğimiz bir alan değildir. Elbette her insanın belli ahlâki değer yargıları vardır ve olmalıdır da lakin bunlar diğer insanların incineceği ya da özgürlüklerini kısıtlayabileceği şekilde yaşanmamalıdır. Bizler toplumu oluşturan bireyler olarak birbirimize karşı nazik olduğumuz sürece hem bireysel hem de toplumsal gelişimden payımızı fazlaca alabileceğiz diyerek yazımı sonlandırmak istiyorum. Gelişmiş ve sevgi dolu ahlaklı günler hepimizin olsun. (Ecem)

EMPATİ, IRKÇILIK, TİKSİNTİ, KAN, ENSEST, AİLE, DİN, BEBEKLİK, YANİ İNSAN!: Paul Bloom kitaptaki deneyleri eşi ve aynı zamanda meslektaşı olan Yale Üniversitesi Çocuk Bilişsel Kavrama Merkezi başkanı Karen Wynn ile gerçekleştirmiş. (Hatta kitapta teşekkür bölümünde yer alıyor.) İşte o deneylerden bazıları: Ahlakın Temeli ve Evrimsel Kökenleri https://youtu.be/5NUGhAo2jYA ------------------------------------------------------------------------- İnsanız, belirli kalıplarla dünyaya geliyoruz. Küçükken adeta bir sünger gibiyiz, duyduğumuz, gördüğümüz her şeyi kendimiz de uyguluyoruz. Ahlak da bundan nasiplenen en büyük kavramlardan biri. Öyleyse biz doğduğumuzda ahlakımız ne seviyede oluyor? Kitap yedi bölümden oluşuyor ve bölümlerde belirli kavramlara/sorulara deneyler, hipotezler ve teoriler aracılığıyla cevap veriliyor. Kitap genel olarak ahlak kavramının bebeklerde olup olmadığı ve doğuştan mı ahlaklıyız yoksa içinde doğduğumuz toplum mu bizi ahlaklı yapıyor, şuan sahip olduğumuz ahlak nereden geliyor, kökeni neler gibi sorulara cevap arıyor. İnsan hakkında, özellikle de duygularımız hakkında hala sınırlı bilgiye sahibiz fakat çok önemli aşamalar kat etmiş bulunuyoruz. Bazı ahlaki özelliklerimiz milyonlarca yıllık atalarımızdan geliyor. Örneğin soyumuzu devam ettirebilmek için, tehlikeden kaçmak için öldürmemeyi öğrenmişiz, buna programlı olarak dünyaya geliyoruz. Fakat bazı özelliklerimizi tamamen doğduğumuz coğrafyadan alıyoruz ve kimi zaman – hatta çoğu zaman – bunu evrensel ahlak yasası sanıyoruz. Bu yüzden Herodot 2500 yıl önce yazdığı Tarih adlı eserinde bile “istisnasız herkes kendi yerel adetlerinin ve mensup olduğu dinin diğerlerinden üstün olduğuna inanır.” diyor. --------------------------------------------------------------------- 2. bölümde empati kavramı üzerinde duruluyor. Bu alanla ilgilenenlerin de bildiği üzere ayna nöronlar diye bir kavram var ve bize empati yeteneğimiz hakkında önemli bilgiler veriyor. X Y’nin acı çektiğini görüyor, X ayna nöronlarının etkisi yüzünden acı hissediyor, bu yüzden de X Y’nin acısının dinmesini istiyor çünkü böylelikle X’in acısı da dinmiş oluyor. Ayna nöronlar aracılığıyla empati ortaya çıkıyor. İnsanlar birbirini anlayabiliyor ve acılarını paylaşıyorlar. Yazar bu açıklamanın çok güçlü olmadığını düşünüyor ve indirgemeci buluyor. Einstein’in “Her şey mümkün olduğunca basit olmalıdır, fakat mümkün olduğundan daha basit olmamalıdır.” Sözünden hareketle böyle karmaşık bir olgunun altında yatan şeyin böyle basit olmadığını savunuyor ve kitapta da çeşitli biçimlerde açıklanmış. Ayna nöronların dil, toplumsal muhakemeler vs. gibi özellikler için yeterli olmadığını, bu yüzden de empatiyi açıklamada yetersiz kalacağını düşünüyor. Ayna nöronlar hakkında yine de daha fazla araştırma yapmak gerek çünkü bazı nörobilimciler bu keşfi DNA’nın keşfi kadar önemsiyorlar. Empati ve cinsiyet ilişkisine gelecek olursak tahmin edebileceğiniz üzere dişilerde daha fazla bulunuyor. Kitapta değinilmemiş olsa da bunun en büyük – hatta belki de tek – sebebi annelik. Dişiler olarak henüz anne karnındayken anne olma hazırlığımız başlıyor. Yüksek bir empati olmadan elbette en zor büyüyen yavru olan insan yavrularını büyütmek imkansız olurdu. Bebeklerde de empati duygusu var ve başkalarının acılarına karşı duyarlılar. Doğumdan birkaç gün sonra bile ağlama sesi bebeklere rahatsız edici gelir ve genellikle onları ağlatır, hatta kendi ağlama seslerinden daha fazla. Karşılarındaki insan yüzünü buruşturunca ya da ağlama taklidi yapınca onlar da benzer tepkiler verirler. Karşısındaki insanın acısından rahatsız olurlar fakat kaygı duymayacak bir biçimde evrimleşmişlerdir. Empati duyarlar ama merhamet duymazlar. Yine de bebekler ve küçük çocuklarda bundan daha fazlasını görüyoruz. Acı çeken insanlardan uzaklaşmıyorlar ve onları teskin etmeye çalışıyorlar. --------------------------------------------------------------------- 3. bölümde bebeklerin adalet ve cezalandırma anlayışından bahsediliyor. Bebekler bizim kadar gelişmiş olmasa da belirli bir adalet anlayışına sahip. Genellikle bir hediye verilecekse iyi karakterleri tercih ediyorlar. Eşitliği tercih ediyorlar. “Eşitlik yanlılığı güçlüdür. Olson ve bir diğer araştırmacı Alex Shaw, altı ila sekiz yaşındaki çocuklara Mark ve Dan hakkında bir hikaye anlatmışlardır. Bu iki karakter odalarını temizlemiştir ve karşılığında kendilerine silgi verilecektir: “Onlara kaç tane silgi vereceğimi bilemiyorum. Bana yardım eder misin? Çok iyi. Mark ve Dan’a kaçar silgi verileceğine sen karar ver. Elimizde beş tane silgi var. Bir tane Mark için, bir tane Dan için ve bir tane de Dan için. Hay Allah! Bir tanesi elimizde kaldı.” Araştırmacılar “Kalan silgiyi Dan’e mi vereyim, yoksa atayım mı?” diye sorduklarında, çocuklar neredeyse her zaman silginin atılmasını istiyordu. Hatta bu ekstra silgiden ne Dan’in ne de Mark’ın haberi olmayacağı, yani birbirlerini kıskanamayacakları ya da silgiyi alanın diğerine hava atamayacağı vurgulandığında bile, bu sonuç değişmiyordu. Bu durumda bile çocuklar eşitlik istiyordu; bunu elde etmek için bir şeyi yok etmek gerekse dahi.” (syf 71-72) “Fakat yalnızca bir cümle daha söyleyip “Dan, Mark’tan daha fazla çalıştı.” Derseniz neredeyse tüm çocuklar cevabını değiştiriyor, silgiyi atmak yerine Dan’e vermeyi tercih ediyorlardı.” (syf 73) “Bu durum insan doğasına ilişkin belirli bir bakış açısına – bizim bir tür hakkaniyet içgüdüsüyle doğduğumuz, yani doğuştan eşitlikçi olduğumuz fikrine – uygun düşer.” (syf 74) Fakat menfaatlerimiz söz konusu olduğunda kısmen işler değişebiliyor, kendi payımızı artırabiliyoruz. Bebeklerde ve çocuklarda özellikle yabancılarla olduğunda kendi menfaatine uygun davranma durumları görülebiliyor. Çocukların ahlak anlayışının en ilginç noktalarından biri de ispiyonlamak. Hangimiz yapmadık ki? Çocuklar suçlu birini gördüklerinde, bu kişiyi daha otoriter birine şikayet ediyorlar. “Bir araştırmada, iki ve üç yaş çocuklarına kuklalarla oynanan çocuklar durumu hemen yetişkinlere bildirmiştir. İki ve altı yaş aralığındaki kardeşler üzerinde yürütülen deneylerde, araştırmacılar çocukların kardeşlerini ebeveynlerine ispiyonladıklarını tespit etmiştir. Şikayet ettikleri şey de genellikle doğrudur. Kardeşlerini ispiyonlarlar, ama söyledikleri şey yalan değildir.” (syf 104) --------------------------------------------------------------------- 4. bölüm ırkçılık, yabancılar ve öteki insanlar hakkındaydı. Çeşitli laboratuvar çalışmalarına göre yeni biriyle tanıştığımız zaman ilk aşamada üç adet bilgiyi doğrudan algılıyoruz: yaş, cinsiyet ve ırk. Biriyle tanıştıktan sonra onunla ilgili birçok detayı unutabiliriz fakat bir erkek ya da bir kadın olduğunu, çocuk mu yetişkin mi olduğunu yoksa bizim ırkımızdan mı yoksa başka bir ırktan mı olduğunu unutmayız. Cinsiyet ve yaşa odaklanmak mantıklıdır çünkü üreme, çocuk bakımı gibi konularda karar vermemizi sağlar. Fakat neden ırka takılırız, bu henüz net bir cevabı olan soru değildir. Birkaç tane öne sürülmüş görüş vardır. “Kurzban ve meslektaşları ırk konusundaki bu dikkatliliğin doğal seçilim yoluyla ortaya çıkmış olamayacağı sonucuna vardılar. Bunun yerine, ırkın ancak ittifak söz konusu olduğunda önem kazanacağı iddia ettiler. Diğer primatların çoğunda olduğu gibi, insanlar da birbiriyle çatışan gruplar halinde yaşar. Bu çatışmalar da kimi zaman şiddet içerir. O halde, bu tür ittifakları anlayabilmek, dünyayı “Biz” ve “Onlar” şeklinde ikiye ayırmak mantıklı olacaktır. Irk önem kazanır, çünkü bazı toplumlarda insanlar deri rengi ve bazı fiziksel özellikler sayesinde karşılarındaki bireyin çeşitli düşman gruplarından hangisine mensup olduğunu anlarlar.” (syf 116-117) “Irk konusundaki dikkatliliğimiz, aileden olan ve olmayanlara karşı gelişmiş bir hassasiyetin yan ürünü de olabilir. Akrabalık her zaman önemliydi; Darwinci açıdan düşünüldüğünde, size benzeyenlere iltimas geçmeniz, o kişinin sizinle çok fazla ortak gen taşıma ihtimalinden dolayı gayet mantıklıdır. Demek ki ırk, bir ittifak aracından ziyade, bir akrabalık göstergesi olabilir.” (syf 118) Çocuklar da tıpkı bizim gibi tanıdıklarına iltimas geçerler. Yabancılardan korkar ve onlardan uzak dururlar. Irk kavramının tam olarak farkına varamamış olsalar da eğer kozmopolit ortamda yetişmemişlerse diğer ırklar onlara özellikle belli bir yaştan sonra yabancı gelir. Çocuklarda ırk kavramına ilişkin en önemli şeylerden biri “dil” dir. “Küçük bebekler maruz kaldıkları dili ayırt edebilir ve bu dili, yabancı bir kişi tarafından konuşulsa bile, başka dillere tercih edebilirler. Bebeklerin tercihlerini anlamak için emzik metodundan yararlanan araştırmalarda, Rus bebeklerin Rusça, Fransız bebeklerin Fransızca, Amerikalı bebeklerin ise İngilizce duymayı tercih ettikleri saptanmıştır. Bu duruma doğumdan dakikalar sonra bile rastlanmaktadır; bu da bebeklerin anne karnından duydukları boğuk seslere aşinalık kazandığını gösterir.” (syf 120) Ayrıca dilde de ilginç bir şekilde aksan konusuna çok önem verirler. Konuşan kişinin aksanı tamamen anlaşılır olsa dahi, aksansız konuşan kişiyi ona tercih ederler. “Araştırmacılar çocuklara bir beyaz bir de siyahi çocuğun resimlerini gösterir ve sorarlar: "Burada iki çocuk var. Bunlardan biri iyi bir çocuk. Bir keresinde yavru bir kedinin göle düştüğünü gördü ve kediyi boğmaktan kurtardı. Sence hangisi iyi çocuk?" Beyaz çocukların, iyi davranışlardan beyaz çocuğu, kötü davranışlardansa siyahi çocuğu sorumlu tutmaları belki de şaşırtıcı değildir. Fakat deneyi ilk kez gerçekleştiren psikologlar Kenneth ve Mamie Clark'ı en çok şaşırtan şey, siyahi deneklerin de beyaz çocuğa iltimas geçmeleri oldu. Diğer birçok şeyde olduğu gibi ırk konusundaki eğilimlerimiz 6 yaş civarında oluşur. Yaşları 6 – 9 arasında değişen beyaz çocuklar üzerinde bir deney yapılır. Yalan söyleme, hırsızlık vs. gibi kötü davranışlar gösteren saldırgan, bir de bunlara maruz kalan kurban içeren resimler vardır. Çocuklar siyahi çocuğun saldırgan, beyaz çocuğunsa kurban olarak görülebileceği resimleri kötü davranışlarla özdeşleştirmeye eğilimlilerdir. Fakat bu eğilim çoğunluğun beyaz çocuklardan oluştuğu okullardan gelen çocuklar için geçerlidir. Irk bakımından heterojen okullarda okuyan beyaz çocuklar resimlerdeki karakterlerin ırkından etkilenmemiştir. Fakat birçok deneyde de görüldüğü üzere, bu ırkçı tutum ırksal açıdan homojen okullarda okuyan çocuklarda görülür. Doğru koşulları ırksal açıdan karma okullar sağlar. Gerçekten de birçok açıdan çeşitlilik içeren okullarda veya herhangi bir yerde büyümek hoşgörülü bir insan olmamıza katkı yapar. Üç yaş çocukları ise kiminle iletişim kuracağı, kiminle oynayacağı gibi konularda ırka önem vermez, cinsiyete ve yaşa önem verir. Erkek çocuklar erkekleri, kız çocuklar kızları seçer; bütün çocuklar bir çocuğu bir yetişkine yeğler. Irk, üç yaş çocukları için önemli değildir: Örneğin, beyaz çocuklar beyazları siyahilere yeğlemez. Irk konusundaki eğilimler daha sonra ve yalnızca belli ortamlarda büyüyen çocuklarda ortaya çıkar. Bazı gruplara iltimas geçmeye yönelik doğuştan gelen eğilimlerimiz olabilir, ama görünüşe göre doğuştan ırkçı değiliz. “Hatta ırk konusunu dikkate alan daha büyük çocuklar için bile dil daha önemlidir. Söz gelimi, beş yaşındaki çocuklardan arkadaş olmak için beyaz ve siyahi bir çocuk arasında tercih yapmaları istendiğinde genellikle beyaz çocuğu tercih ederler. Fakat aksanlı konuşan beyaz bir çocuk ve aksansız konuşan siyahi bir çocuk arasında tercih yapmaları istendiğinde, siyahi bir çocuğu seçerler.” (syf 124) 6 yaş gerçekten de çok değişik bir yaş. Bir makale okumuştum. Üstün zekalı kız çocuklarından bir bilim insanı çizmeleri isteniyor ve çoğu erkek çiziyordu. Tabi ki üstün zekalı olmaları bile çevreyi olduğu gibi almalarının önüne geçemiyordu. Bunu düşündüğümüzde mağdur gruplar, azınlıklar ve benzerleri için kötü bir durum. Neyse ki deneyin iyi yanı gittikçe kadın bilim insanı çiziminin artmasıydı. --------------------------------------------------------------------- 5. bölümde tiksinti kavramı, cinsellik ve onun kapsadığı kavramlar üzerinde duruluyor. Deneysel araştırmalar sayesinde dünyanın her yerindeki insanların; kan, pıhtı, kusmuk, dışkı, idrar ve çürük etten tiksindiklerini biliyoruz – bazı kişiler başkalarının sperm, tükürük, ter vs. sıvılarını seve seve mideye indirebilse bile. Fakat aynı zamanda bunlar yaşamın temel taşlarıdır, öyleyse bunlardan neden o kadar tiksiniriz ve bunun ahlakla ilişkisi nedir? Dünyaya geldiğimizde ise durum farklıdır, bebekler tiksinti duymazlar. Freud’un “Uygarlığa Dair Hoşnutsuzluğumuz” adlı kitabında bahsettiği gibi, “Salgılar çocuklarda tiksinti uyandırmaz. Bunlar çocuğun kendi bedeninden atıldığı için, bu bedenin bir parçası olarak, çocuğa değerli görünebilirler.” Hatta yapılan çeşitli deneylerde çocuklara dışkıya benzer yemekler veriliyor ve çocuklar onlara onun dışkı olduğu söylenmesine rağmen yine de onları yiyorlar. Peki biz yetişkinler niçin böyle tepki veriyor, neden tiksiniyoruz? Buna ilişkin çokça teori var. En popüleri tiksintinin bizi bozuk yiyecekleri yemekten alıkoymak için evrildiğidir. O yüzden İngilizcedeki disgust (tiksinti) sözcüğü Latincedeki “kötü tat” kelimesinden gelir. Bir başka teori ise yiyecekler üzerinden gitmez ve insanlara odaklanır. İnsanlarda hastalık belirtisini anlayabilmek için onlara tiksinti duyarız, özellikle yıkanmamış bedenleri olan yabancılara. Tiksinti ve davranışlarımız arasında da garip bağlantılar bulunuyor. Fiziksel tiksintiye benzer bir hisse neden olan acı yiyecek bile insanların ahlaki suçlara daha sert yaklaşmalarına sebep oluyor. Ayrıca tiksintiye daha duyarlı olanlar – genellikle – göçmenler ve yabancılar gibi insanlara karşı daha katı bir tutum sergiliyormuş. “Dünyadan ve laboratuvardan elde edilen örneklerin ortaya koyduğu şey oldukça açıktır: Tiksinti bizi daha zalim kılar.” (syf 150) Bu bölümde ilgimi çeken şey ise ensestti. Neden kardeşlerimizle, babamızla, annemizle ilişkiye girmeyi aklımızdan bile geçirmeyiz, hiç düşündünüz mü? İnsanlara bu yargının gerekçesini sorduğunuzda kitaptaki deyimle “ahlaki şaşkınlığa” uğrarlar. Bu onlara yalnızca yanlış gelir ve nedenini bilmezler. Bunun çeşitli açıklamaları var, özellikle evrimsel açıdan. “Hemen her kültürde mahkum edilen bir diğer cinsel davranış biçimi de ensesttir. İnsanların bu kısıtlamaya dair gayet net açıklamaları vardır. Antropolog Margaret Mead, Arapesh kabilesinin bir mensubuna, bir insanın kendi kardeşiyle evlenmesi hakkında ne düşündüğünü sormuş, o da aile dışı evliliklerin ittifaklar kurmak için gerekli olduğunu söylemiştir: “Nasıl? Kendi kardeşinle evlenmek mi istiyorsun? Kafayı mı yedin? Bir kayınbiraderin olsun istemez misin? Farkında değil misin, sen başka birinin kardeşiyle evlenirsen, başka biri de senin kardeşinle evlenirse iki kayınbiraderin olur; fakat kendi kardeşinle evlenirsen hiç kayınbiraderin olmaz. O zaman kiminle avlanır, kiminle tarlayı sürer, kimi ziyaret edersin?” Bizim toplumumuzdaysa karşılıklı rıza, olası psikolojik hasarlar ya da kusurlu doğum gibi hususlardan endişe edilir.” (syf154) “İnsanın yakın akrabasıyla çocuk yapması hiç de mantıklı değildir, çünkü tek başına zararlı olmasa da çift halindeyken zararlı olacak bir gen çiftinin çocuğa geçmesi muhtemel olacaktır. Akrabalar arası cinsel ilişki bazen kazaen de gerçekleşir, örneğin erken yaşta birbirlerinden ayrılmış iki kardeş tanışıp evlenir ve kardeş olduklarını daha sonra öğrenirler. Görünüşe bakılırsa, ensestten uzak durmamızı sağlayan zihinsel uyarı sistemini tetikleyen şeylerden biri de çocuklukta bir arada yaşamamızdır. İnsanlar, aralarında gerçek bir kan bağı olmasa dahi bu bilgiye kayıtsız kalmazlar.” (syf 155) “Tiksinti ilk aşamada fiziksel bütünlüğü korumak üzere evrildiyse de, insanlık tarihi boyunca daha soyut bir ruhsal savunma mekanizmasına dönüşmüştür. Artık bize birer hayvan olduğumuzu anımsatan, saflığımızla soyluluğumuzu tehdit eden şeylerden tiksiniyoruz. Yani insan kültürü tarafından öngörülen cinsel sınırları yok sayanlar bize iğrenç ve ilkel gelir: “İnsanlar hayvan gibi davrandıkça, insan ve hayvan arasındaki sınırlar belirsizleşir; bu durumda kendimizi alçak, bayağı ve (en önemlisi de) ölümlü yaratıklar olarak görürüz.” (syf 158) --------------------------------------------------------------------- 6. bölüm aile, akrabalık gibi şeylerden bahsediyor. 7. Bölüm ve son bölüm ise “Nasıl İyi Olunur “ başlığıyla başlıyor ve Tanrı, dinin ahlak üzerindeki etkisi, herhangi bir dine sahip olmayanların ahlakı, iyi kötü kavramları üzerinde duruluyor. Hepsinden bahsetmek istiyorum fakat çok uzayacağı için birkaç noktaya değinmek istiyorum. Bazı biliminsanları, primatlardan ayrılmamızdan sonraki birkaç milyon yıl içinde, Tanrı’nın gerçekten de bize bir şey yapmış olduğunu iddia ediyor. İnançlarımız, seçimlerimiz ve ahlaki yargılarımız beynimizin işleyişi yüzünden ortaya çıkmıştır, bu da evrimin bir noktasında Tanrı’nın insan beynini yapılandırmış olduğu anlamına gelir. Bu görüşe karşı olanlar da, bu insanları gözlüğün keşfine hayretle bakan ve bu tip mucizelerin Tanrı’nın eseri olması gerektiğini iddia eden insanlara benzetir. Bir diğer seçeneği gözden kaçırdıklarını savunur: “Onları biz icat ettik.” Benzer biçimde gelişmiş zekamız ve ahlakımızın da insan etkileşimlerimizin ve zekamızın ürünü olduğunu savunurlar. Peki din ahlaki yapımızın neresinde bulunuyor? Tanrı inancına sahip bireyler ahlaksız mıdır? Çoğu insan ateist insanlara iyi gözle bakmaz. Kitapta geçtiği gibi çoğu Amerikalı, diğer bakımlardan oldukça yetenekli bir ateiste başkanlık seçimlerinde oy vermeyeceğini söyler. Bazıları da bireylerin Tanrı inancı yoksa bile iyi olabileceklerini, fakat bu iyiliğin bir kısmını dini değerlere sahip bir toplumda yetişmeye borçlu olduklarını savunur. “Tarafsız bir gözlemci, şu anda olumlu olduğunu düşündüğümüz ahlaki projelerin çoğunun, örneğin uluslararası yardım kuruluşlarının ve Amerikan sivil haklar hareketinin temellerini dini inançlardan aldığını ve dini liderler tarafından desteklendiğini kabul edecektir. Fakat tarihteki en korkunç gaddarlıkların bazılarının dini inançlar tarafından azmettirildiğini gerçeğinin de göz önünde bulundurulması gerekir.” (syf 206-207) “Dinin türümüz için belirgin bir kazanım mı yoksa belirgin bir kayıp mı olduğunun bir yanıtı olmalı, fakat bu yanıtın ne olduğunu bilen kimse yok ve bence olmayacak da. Sorun şu ki, din her yerde. Şuanda (ve bilebildiğimiz en uzak tarihten bu yana), insanların çoğu dindar: Çoğumuz bir ya da birden çok Tanrı’ya inanıyoruz, bazıları ölümden sonraki hayata inanıyor, pek çok insan da dini ibadetlere katılıyor. Bu durum, dinin etkisini insan olmanın diğer özelliklerinden ayırmayı zorlaştırır ve dinsiz toplumlarda bireyler hakkındaki iddiaları değerlendirememize yol açar. Elbette ahlaklı ateistler de var, fakat onların ahlakı belki de içinde yaşadıkları toplumun dindarlığından kaynaklanıyordur. Tabii, Danimarka gibi çoğunluğu ateist olan toplumlar da mevcut, fakat bu toplumlar da dindarlıklarını yalnızca birkaç kuşak öncesinde yitirmişlerdir. Yani erdemliliklerini dindar geçmişlerinden miras almış olabilirler. Din olmasa insanlığın ne durumda olacağını sorgulamak, insanlar arasında iki değil üç cinsiyet olsa ya da insanlar uçabilse neler olacağını sorgulamaya benzer.” (syf 207) Yapılan araştırmalara göre dindar ve ateist insanların hangisinin daha ahlaklı olduğu konusunda kesin ve net ayrımlar yoktur. Bazı araştırmalar dindarların biraz daha önyargılı olduklarını, fakat bu durumun etkisinin, yaş ya da siyasi eğilim gibi faktörler çıkarıldığında çok da büyük olmadığını tespit etmiştir. Fakat dindar insanlar (deneylerde Amerikalılar) ateistlere kıyasla hayır işlerine daha fazla para harcarlar(dini olmayan hayır işleri de bunlara dahildir). Toplumsal istatistikler göz önüne alındığında da bu durum değişmez(Dindar Amerikalılar arasında da yaşlılar, kadınlar, güneyliler ve Afrika kökenli Amerikalılar çoğunluktadır.) Bu ilişkinin nedeni yazara ve çeşitli araştırmacılara göre dini topluluklara dahil olmaktır. Hatta istatistiklere göre, cemaatin toplumsal hayatına katılan ateistlerin bir aşevinde gönüllü çalışma olasılığı, tek başına dua eden dindar insanlara kıyasla daha yüksektir. Burada önemli olan, dini aidiyettir. (Bu göstergeler insanların neden cemaatlere çok ilgi duyduğunun birçok nedeninden biridir.) “Cemaatin önemi ve inancın önemsizliği, dinin daha çirkin etkilerine de uzanır. Psikolog Jeremy Ginges ve meslektaşları, Filistin’deki intihar bombacılarının desteklenmesiyle dindarlık arasında güçlü bir bağ bulunduğunu tespit etmişlerdir. Burada da temel faktör dini düşüncelerden ziyade dini cemaatin kendisidir. İntihar bombacılarının desteklenmesinde en büyük rolü oynayan şey, ibadetlerin sıklığı değil, camiye katılımdır.” (syf 209) --------------------------------------------------------------------- Harika bir kitap okudum! Bunlar kitabın içinden seçmeye çalıştığım şeyler. Çok daha ilgi çekici ve şok edici kısımlar da var elbette fakat kitabın hepsini yazmak da hoş olmaz diye düşündüm. Çok anlaşılır, sade bir dille yazılmış. Kitabı kesinlikle okumanızı tavsiye ediyorum, bulabilirseniz tabii. :) (marie sklodowska)

Bilinçli Okumaların Sentezi: 1 İncelemeye başlamadan önce bir kereliğine mahsus, yukarıdaki kelimeleri ve birkaç konu hakkındaki düşüncelerimi söyleyeceğim. İlk defa birkaç ay önce Ankara Buluşmasında söz edildiğini duyduğum "Bilinçli Okuma" şeklinde yansıtılan, eline kağıt kalem alarak ve notlar çıkartılarak yapılan okuma çeşidini, aylar sonra ilk defa bu kitap için kullanmak beni biraz üzdü. Gönül isterdi ki daha önce başlayayım. Bu noktada yukarıda da bahsettiğim gibi Bilinçli Okuma kısmı için kitabı okurken notlar alarak okumamın sonucunda karşınıza Hegel'in Diyalektiğindeki Sentez kavramı ortaya çıkar. Normalde bir kitabı okuduğum zaman ki bu genelde roman,anı ya da biyografi olur, kitap hakkında inceleme yaparken hislerimden ve kitabın bana yaşattıklarından bahsederim. Ama Bilinçli Okuma kısmı için Felsefe, Sosyoloji,Bilim, Psikoloji gibi daha nesnel konuları seçiyorum ve bu noktada hislerimi paylaşmadan kitap hakkında birkaç alıntı ile deyim yerindeyse "Sentez" yapacağım. İncelemenin bu kısmına kadar gelenler için özel olarak söylemek isterim ki; normalde incelemelerim bazı kişiler tarafından "komik" diye adlandırılırken "Bilinçli Okumaların Sentezi" yazılı incelemelerim tamamıyla öznellikten uzak,resmi ve sıkıcı bir dille yazılacaktır. Bu noktada incelemelerim çok bilgilendirici olmakla beraber eleştirel gözle bakamayan "çomar,yobaz ya da bağnaz" diye adlandırılan kesimlerin bu tarz incelemelerimi okumamalarını rica ederim! Her zaman insanın kendi fikirlerinin arkasında korkusuzca durmasını ve düşüncelerini her yerde çekinmeden açıklamasını,söylemesini savunan birisi olarak bu şekildeki incelemelerimde de çok açık olacağım ki bu bazılarını kırabilir hatta kavga çıkartmaya çalışabilirler. Cinsellik, Din, Siyaset gibi deyim yerindeyse kırmızı çizgi olan konulara çekinmeden gireceğim. Bu yüzden lütfen köyünüze dönün ve bu incelemeleri okumayın :) Şimdi ise kalanlar ile incelememize geçelim. Paul Bloom adlı Psikoloji Profesörünün düşüncelerini yansıttığı Bebeklerin Ahlaki Yaşamı: İyiliğin ve Kötülüğün Kökenleri adlı kitap (Orijinal adıyla, Just Babies, The Origins of Good and Evil) 2015 yılında Verita adlı yayınevinden çıkmıştır. (1. Baskı, Haziran 2015) Şu anda basımı bulunmamakla beraber okumak isteyenlere yardım etmek istediğim için bana ulaşabilirler. Kitap 282 sayfadır ve genel olarak Ahlak hakkında söylemler içermektedir. 100'e yakın deneyi örnek göstererek ve açıklayarak genel bir düşünce ortaya koyar. Kitabın genel olarak konusu 151. sayfa şu şekilde geçer: "Bu kitapta tartıştığım ahlaki yargıların çoğu evrilmiş adaptasyonlar şeklinde değerlendirilebilir." Yani bu noktada kitapta da geçen bazı örneklerdeki gibi insanın hayatta kalabilmesi için oluşturduğu bazı düşüncelere zamanla Ahlaki Yargı denilmeye başlanmış. Sırası gelince yazacağım bunu da... İlk başta karşımıza çıkan 23. ve 24. sayfalarda olan Ahlak'ın bir çeşit kültürel, geleneksel durum olduğunu şu şekilde yazar: "istisnasız herkes kendi yerel adetlerinin ve mensup olduğu dinin diğerlerinden üstün olduğuna inanır. "O esnada sarayında bulunan Yunanları huzuruna çağırdı ve babalarının ölmüş bedenlerini yemeleri için ne kadar para isteyeceklerini sordu. Dünyadaki bütün paraları verse bile bunu yapmayacaklarını söylediler. Daha sonra, Yunanlar oradayken ve söylenenleri anlayabilmeleri için bir tercüman da hazır bulunurken, gerçekten de ebeveynlerinin ölmüş bedenlerini yiyen Callatiae kabilesine mensup bazı Hintlilere bu bedenleri yakmak için ne kadar para isteyeceklerini sordu. Dehşete kapılıp çığlık attılar ve böyle korkunç bir şeyin sözünü dahi etmemesini istediler. Adetlerin nelere kadir olduğu buradan da anlaşılabilir. Kitabın bu kısmında da anlaşılacağı gibi Ahlak birazcık da genellemelere, geleneklere ya da kültürlere de bağlıdır. Kitabın 114. ve 115. sayfalarında ise Irkçılık denilen kavramın ve Irkçılığın Kökenlerinin çocuklara kadar gittiği anlatılır. "Bebekler yalnızca tanıdık insanlardan değil, aynı zamanda tanıdıkları türden insanlardan da hoşlanırlar. (Bu noktada yapılan deneyden bahsediyor.) ...Bu bulgular ırkçılığın kökenine ilişkin basit bir teoriyi destekler niteliktedir: Bebeklerin tanıdık olana yönelik uyumsal eğilimi vardır, böylelikle tanıdıklarına benzeyen kişiler için bir öncelik, benzemeyen kişilere karşı ise bir ihtiyat geliştirirler." Kitabın isminden de anlaşılacağı gibi insanlığın başlangıcı,temelleri olan bebekler üzerinde çalışılarak ulaşılan bazı sonuçlar kitapta anlatılmaktadır. Yine 117. sayfada da geçtiği şeklinde Irkçılık bir çeşit kendin gibi gözükeni tercih etme şeklinde ortaya çıkar: "...tanıdık olana iltimas geçme eğilimimizin..." Yukarıda da bahsetttiğim gibi "benzerlik" olgusu yine 121. sayfa da "dil benzerliği" üzerinden şu şekilde geçer: "...sizinle aynı dili konuşan kişiyle arkadaş olmak kolaydır..." Özel olarak üzerinde durduğum ve günümüzde bazı kesimler "Kadın-Erkek ayrı eğitim görmeli!" şeklindeki haykırışlarına karşı olarak öne sürülebilecek bir olgu olarak "Temas Hipotezi"nden bahsetmek isterim. Kitabın 123. sayfasında da şu şekilde geçen: "Irk bakımından heterojen olan okullardaki beyaz çocuklar, resimlerdeki karakterlerin ırkından etkilenmemiştir." Yine aynı kitabın 201. sayfasında da şu şekilde geçen: "Demek ki çocuklarının ırkçı olmamasını engellemek için onları karma okullara gönderen aileler gayet mantıklı davranmaktadır." Bu noktada Kadın ile Erkeği ayırmaya çalışan kesim sanırım cevabını almıştır. Kitabın 127. sayfasında ise insanlar her şey üzerinden ayrımlaştırılabileceği ve gruplandırılabileceği örneklerle açıklanıp "...yazı-tura aracılığıyla dahi insanların gruplaştırmanın mümkün olduğu..." ortaya çıkarılmıştır. 141. sayfadan itibaren Ahlak ile Din beraber gitmekte olup kitap içerisinde de neden din ya da neden din geçiyor sorusu 205. sayfada şu şekilde cevaplanmıştır: "...dini ele almayan hiçbir ahlak tartışması, tamamlanmış sayılmaz." 206. sayfada ise Din ile Ahlak bağıntısı irdelenmekle beraber iki farklı görüşte ortaya konulmuştur. "...bireylerin Tanrı inancı yoksa bile iyi olabileceklerini, fakat bu iyiliğin bir kısmını dini değerlere sahip bir toplumda yetişmeye borçlu olduklarını savunur." Bir diğer görüş olarak ise; "Christopher Hitchens'ın dinin "şiddet dolu, mantık dışı,tahammülsüz,ırkçı, aşiretçi ve bağnaz olduğunu..." savunan düşüncesini benimser. " Bu noktada yine kitapta geçen şekliyle insanların da dini ahlak konusu için farklı şekilde yorumlayabilecekleri anlatılır.. Yani bir kesim Kutsal sayılan kitaplarında iyilik yap yerlerini okuyup iyilik yapabilir, bir kesim ise öldür yazan yerleri okuyup insanları öldürebilir... 210. sayfada ise din yine de faydalıdır şeklinde bir yorum olarak: "...hızlandırıcı işlevi görebilirler." denir. 141. sayfadan itibaren ise din üzerinden giderek temizlik kavramlarının kullanılmasını cinsellik ile ilişki içine sokar, ve örnekler ile durumu açıklar. 159. sayfada ise din-temizlik-cinsellik konusu ise :"Hıristiyanlık ve Sihizm'deki vaftiz ya da İslam'daki abdest gibi." diye örneklendirir. 195. sayfada ise Ahlak ile ilgili araştırmalar yapmanın, bir açıdan da insanın ahlakı kendi kendine geliştiremeyeceğini ve buna ek olarak bir "üst akıl" olması gerektiğini ve eğer ahlak çözülürse "...Tanrı'nın varlığının kesin kanıtına doğru götürür." şeklinde açıklar. 196. sayfada ise bu durumun tam tersi açıklamasını da yaparak Tanrı'ya ulaşılamayacağını ve "üst akıl" şeklinde yansıtılan olayın aslında "...gelişkin ahlakımız da insan etkileşiminin ve insan zekasının ürünüdür." şeklinde açıklamasını yapar. Kitapta ve daha geçenlerde de burada da geçen bir olay ile de bağlantılı olan kısmını da sizinle paylaşmak isterim. Yazar 189. sayfadan itibaren "Ahlaki Tercih" ile "Ahlaki Tutum"un farkını anlatıp bu noktada ikisini karıştırmamak gerektiğini söyler. "Ben kuru üzümden hoşlanmam.Fakat bu ahlaki bir tutum değil, bir tercihtir. Bu yüzden, başkalarının kuru üzümden hoşlanıp hoşlanmaması umurumda değildir, kuru üzüm yiyenlerin de cezanlandırılması gerektiğini düşünmem." Bu açıklamayla beraber geçen günlerde buradaki bir arkadaşımıza da giyiminden dolayı hakaret eden o "gelişmemiş varlık" için ve diğer kesimler için de söylemek istediğim: Din sizin için bir ahlaki tercihtir. Bu yüzden de kendi dini inançlarınıza göre kimseye şu şekilde giyineceksin, bu tarz düşüneceksin diye karışamazsınız. Haddinizi bilin! İncelememi bitirmeden önce de son nokta olarak bir çeşit tartışma konusu olarak da seçilebilecek olan "Uç noktalar neler?" adlı soru ile 211. sayfadaki yazıları paylaşmak isterim. "1500'lerin Paris'inde, eğlenmek amacıyla bir kediyi ateşe doğru sarkıtmak gayet kabul edilebilir bir şeydi... ...peki ya bir sonraki adım, hayvanları avlamayı, yemeyi ve tıbbi araştırmalarda onlardan yararlanmayı bırakmamız mı olacak?" Yine kitabın devamında da bu soruya cevap veriyor yazar... Kitap hakkında yaptığım incelemeyi buraya kadar okuyabilenlere teşekkür ederim. Kitap hakkında fazla derine girmeden aldığım notlar eşliğinde yaptığım "Sentez"in sonuna geldik. Kitap içerisinde geçen ya da alıntı yapılan kitaplar listesi: Freud-Uygarlığa Dair Hoşnutsuzluğumuz Alison Gopnik- Filozof Bebek Ahlak Psikolojisi El Kitabı (Moral Psyhology Handbook) Peter Singer- Genişleyen Ortam (The Expanding Circle) Robert Wright- Tanrı'nın Evrimi David Brooks- Sosyal Hayvan Leslie Irvine- Biz ve Onlar (Us and Them) Gordon Allport- Ön Yargının Kökeni Üzerine( On The Nature of Prejudice) Adam Smith- Ahlaki Duyguların Teorisi Chiristopher Boehm- Ormandaki Hiyerarşi Jane Goodall- Gombe'nin Şempazeleri Okumak isteyen herkese iyi okumalar dilerim. (Ömer Gezen)

Bebeklerin Ahlaki Yaşamı PDF indirme linki var mı?

Paul Bloom - Bebeklerin Ahlaki Yaşamı kitabı için internette en çok yapılan aramalardan birisi de Bebeklerin Ahlaki Yaşamı PDF linkidir. İnternette ücretli olarak satılan çoğu kitabın PDFleri bulunmaktadır. Ancak bu PDF'leri yasal olmayan yollarla indirmek ve kullanmak hem yasalara hem de ahlaka aykırıdır. Yayın evlerinin sitesinden PDF satılıyorsa indirebilirsiniz.

Kitabın Yazarı Paul Bloom Kimdir?

Paul Bloom Kitapları - Eserleri

  • Hazzın Bilimi
  • Bebeklerin Ahlaki Yaşamı
  • Just Babies: The Origins of Good and Evil

Paul Bloom Alıntıları - Sözleri

  • As an example of how empathy and reason work together, consider parental behaviors that psychologist Martin Hoffman calls inductions. These occur when a child has harmed or is about to harm someone, and the parent urges the child to take the victim’s perspective, saying things like “If you throw snow on their walk they will have to clean it up all over again” or “He feels bad because he was proud of his tower and you knocked it down.” Hoffman estimates that children between the ages of two and ten receive about four thousand inductions a year. We can see these as empathetic prods, attempts to get children into the habit of taking the perspective of others. But they also serve as a repeated argument, making the point over and over again to the child: You are not morally privileged. (Just Babies: The Origins of Good and Evil)
  • Kız çocuklar teskin etmeye erkek çocuklardan daha fazla meyillidir; bu da ortalamaya bakıldığında empati ve merhamet duygularının dişilerde daha fazla olduğunu ortaya koyan çok sayıdaki araştırmayla uyum içindedir. (Bebeklerin Ahlaki Yaşamı)
  • There are deontologists such as Kant, who tell us that lying is always wrong (Always wrong? Even if the Nazis are at the door, asking if there are Jews in the attic? Yes!) and utilitarians such as Bentham, who say that it’s perfectly fine to torture and kill a baby if this action increases the sum total of the world’s happiness by even a smidgen (A baby? An innocent little baby? Yes!). (Just Babies: The Origins of Good and Evil)
  • This insensitivity holds for higher numbers as well. Imagine you were to read about the severe drought crisis in West Africa. Would it make a difference to you if you read that 80,000 people might die … or 400,000 … or 1.6 million? If you believed that 1.6 million people were at risk would you be twenty times more concerned than if you believed that there were 80,000? Twice as concerned? Most likely, the number would have no effect at all. (Just Babies: The Origins of Good and Evil)
  • Zekice bir çalışmada, ön lisans öğrencilerinden bir düğmeye basarak kendilerine elektirik şoku vermeleri istenmiştir. Ortaya çıkan ilginç sonuca göre, makinenin başına geçmeden önce öğrencilerden hayatlarında işlemiş oldukları bir günahı ya da yaptıkları bir yanlışı hatırlamaları istendiğinde, kendilerine verdikleri şokun yoğunluğu artmıştır. (Hazzın Bilimi)
  • Çoğu dil, şarkı söylemek ve dans etmek eylemlerini tanımlayan bir tek kelimeye sahiptir ve insanlar müzik dinlerken motor korteks ve beyincik bölümleri - beynin hareketle ilgili olan kısımları- çalışır haldedir. Müzik dinlerken çoğunlukla sallanmamızın nedeni budur. (Hazzın Bilimi)
  • Önce evrim gelir. Ahlakın doğal gelişimi, etkileşim halinde olmadığımız binlerce yabancıyla bir arada yaşadığımız bir dünyada değil, aileler ve kabileler halinde yaşayan küçük insan gruplarında başlar. (Bebeklerin Ahlaki Yaşamı)
  • "Evrimsel bir bakış açısına göre,iffet,genetik intihardır." (Hazzın Bilimi)
  • Her birimiz korkunç bir suç işlemekten yalnızca birkaç tık uzaklıktayız. (Bebeklerin Ahlaki Yaşamı)
  • Immanuel Kant ise ahlakın özünü şöyle tarif eder: "Yalnızca evrensel bir yasa olması gerektiğine inandığın bir düstura göre hareket et." (Bebeklerin Ahlaki Yaşamı)
  • Müstakbel liderlerin yeteneklerini ve hedeflerini soğukkanlı bir biçimde değerlendirebilseydik ve birilerine hayran olmaya meyil etmeseydik daha iyi bir durumda olurduk. (Hazzın Bilimi)
  • Cinsellik çok daha basit bir sebepten dolayı tiksindiricidir. Bedenlerle ilgilidir ve bedenler iğrenç olabilir. Vücut sıvılarının değiş tokuş edilmesi bize ölümlü yaratıklar olduğumuzu hatırlattığı için değil, bu sıvılar ilkel tiksinme dürtülerimizi harekete geçirdiği için problemlidir. Aşk ve şehvet gibi dürtülerimiz bu tepkileri baskılar ya da yok eder. Fakat tiksinti bizim doğal fabrika ayarımızdır. (Bebeklerin Ahlaki Yaşamı)
  • Emekleme çağındaki çocuklar da bazen başkalarının acısına bencilce tepkiler verebilir; bu davranışları, aslında kendilerine nasıl davranılmasını istediklerini ortaya koyar. Söz gelimi, psikolog Martin Hoffman on dört aylık bir bebeğin, ağlamakta olan bir arkadaşını çocuğun annesine değil, kendi annesine götürdüğünü anlatır. Hoffman bu kafa karışıklığının, çocukların başka bir bakış açısı edinmeye yetecek bilişsel karmaşıklığa ulaşamamış olmalarından kaynaklandığını ileri sürer. (Bebeklerin Ahlaki Yaşamı)
  • Sex is disgusting for a much simpler reason. It involves bodies, and bodies can be disgusting. The problem with the exchange of bodily fluids isn’t that it reminds us that we are corporeal beings; it is that such fluids trigger our core disgust response. Other drives shut down or inhibit this response—including love and lust. But disgust is the natural default. (Just Babies: The Origins of Good and Evil)
  • "Haz ve acı, organizma için sırasıyla yararlı ve zararlı olan süreçlerin öznel birlikteliği şeklinde evrimleşmiş olmalı; bu yüzden de, organizma hazzı aramak ve acıdan kaçınmak için ya da bu amaçla evrimleşmiştir." (Hazzın Bilimi)
  • Psikolog Karen Wynn ve Kiley Hamlin ile birlikte gerçekleştirdiğim bazı güncel araştırmalarda, iki yaşından küçük çocukların, başkasının topunu çalan bir kişiyi yiyeceklerini elinden alarak cezalandırdıklarını ortaya çıkardık.. (Hazzın Bilimi)
  • Geoffrey Miller gibi evrimsel psikologlar, çoğumuzun sahip olduğu lüks eşya edinme takıntısının toplumsal bir maliyeti olduğunu ve bu tür edinimler engellenirse ya da teşvik edilmezse toplumun daha iyiye gideceğini öne sürerler. (Hazzın Bilimi)
  • Moral sense is the capacity to make certain types of judgments—to distinguish between good and bad, kindness and cruelty. Adam Smith, though himself skeptical of its existence, describes the moral sense as “somewhat analogous to the external senses. As the bodies around us, by affecting these in a certain manner, appear to possess the different qualities of sound, taste, odour, colour; so the various affections of the human mind, by touching this particular faculty in a certain manner, appear to possess the different qualities of amiable and odious, of virtuous and vicious, of right and wrong.” (Just Babies: The Origins of Good and Evil)
  • These critics are like men marveling at eyeglasses and arguing that since natural selection couldn’t have created such intricate wonders they must be the handiwork of God. They are forgetting the third option. We made them. Similarly, our enhanced morality is the product of human interaction and human ingenuity. We create the environments that can transform an only partially moral baby into a very moral adult. (Just Babies: The Origins of Good and Evil)
  • Dikkatimizi dağıtan duygular söz konusu olmadığında, doğru ve yanlış konusundaki yargılarımız, kişinin davranışı sonucunda dünyanın bundan nasıl etkileneceğine bağlı olarak değişir. (Bebeklerin Ahlaki Yaşamı)

Yorum Yaz