tatlidede

H. J. Störig kimdir? H. J. Störig kitapları ve sözleri

Alman Eğitimci, Çevirmen, Yayıncı, Yazar H. J. Störig hayatı araştırılıyor. Peki H. J. Störig kimdir? H. J. Störig aslen nerelidir? H. J. Störig ne zaman, nerede doğdu? H. J. Störig hayatta mı? İşte H. J. Störig hayatı... H. J. Störig yaşıyor mu? H. J. Störig ne zaman, nerede öldü?
  • 16.07.2022 01:00
H. J. Störig kimdir? H. J. Störig kitapları ve sözleri
Alman Eğitimci, Çevirmen, Yayıncı, Yazar H. J. Störig edebi kişiliği, hayat hikayesi ve eserleri merak ediliyor. Kitap severler arama motorlarında H. J. Störig hakkında bilgi edinmeye çalışıyor. H. J. Störig hayatını, kitaplarını, sözlerini ve alıntılarını sizler için hazırladık. İşte H. J. Störig hayatı, eserleri, sözleri ve alıntıları...

Tam / Gerçek Adı: Hans Joachim Störig

Doğum Tarihi: 25 Temmuz 1915

Doğum Yeri: Quenstedt, Almanya

Ölüm Tarihi: 10 Eylül 2012

Ölüm Yeri: Münih, Almanya

H. J. Störig kimdir?

Hans Joachim Störig (25 Temmuz 1915 - 10 Eylül 2012), Kleine Weltgeschichte der Philosophie tarafından en iyi bilinen, kurgusal olmayan, yazar, çevirmen, yayıncı.

Quenstedt'de doğan Störig, çeşitli üniversitelerde tarih, felsefe, sosyoloji ve hukuk okudu ve hem hukuk hem felsefe alanında doktora tezi kazandı. Münih Ludwig Maximilian Üniversitesi'nde ders verdi.

En başarılı kitabı ''Kleine Weltgeschichte der Philosophie'' 1950'de yayınlandı. O zamandan beri altı dile tercüme edildi ve birkaç kez revize edildi ve güncellendi. Hala basıyor.

H. J. Störig Kitapları - Eserleri

  • İlkçağ Felsefesi - Hint, Çin, Yunan
  • Dünya Felsefe Tarihi

H. J. Störig Alıntıları - Sözleri

  • Tüm bilgi tecrübe ile başlar. Kant, ampiristlerin bu önermesini en başa alır. Nesneler duyularımıza dokunmasa ve ussal eylemleri harekete geçirmese bir şeyi nasıl anlayabilirdik? Zamansal olarak tecrübe her türlü bilgiden önce gelir. Yine de bu, tüm bilginin tecrübeden kaynaklandığı anlamına gelmez. Tecrübe dediğimiz şey belki de birleşik bir şey; dışarıdan gelen izlenimlerden ve bizim eklediklerimizden bir araya gelen bir şey olabilir. Eleştirel bir analiz, her iki etkeni izole etmek zorundadır. Tüm tecrübelerden önce, yani a priori(doğuştan) sahip olduğumuz bir şeyin var olup olmadığını incelemek zorundayız. Deneysel ( ampirik ) bilgi, daima a posteriori (sonradan, yani tecrübe ile) edinilen bilgidir. A priori bilgi ancak hiçbir deneysel öğeye sahip değilse saftır. (Dünya Felsefe Tarihi)
  • "Kendi özünü görmüş, duymuş, anlamış, tanımış olan kimse evrendeki her şeyi bilmiş olur!" (İlkçağ Felsefesi - Hint, Çin, Yunan)
  • İstenç sonsuzdur,gerçekleşmesi sınırlıdır. Dürtülerimize ve isteklerimize boyun eğdiğimizde, asla kalıcı mutluluğu ve huzuru bulamayız. Tatmin edilen her arzudan hemen yeni bir arzu ortaya çıkar. Ortadan kaldırdığımız ve artık rahat nefes alabileceğimizi düşündüğümüz her ağrının ardından yeni bir bela gelir. Ağrı, yaşamımızda aslında tek hakikattir. Keyif ve mutluluk sadece negatiftir, yani ağrının yokluğudur. (Dünya Felsefe Tarihi)
  • Buda da bir gün şöyle dememiş miydi: "Kızgınlık tatlılıkla yok edilir. Kötülük iyilikle... Nefret nefretle yok edilemez! Nefret sevgiyle yok edilir...! (İlkçağ Felsefesi - Hint, Çin, Yunan)
  • Bir Upanişad'da ülkesini terk ederek yaşamın anlamını bulmak umuduyla ormanlara giden bir raca’dan (raja, kral) söz açılıyor. Raca yaşamın anlamını aramakla uzunca bir süre geçirdikten sonra sonunda bir bilgeyle karşılaşır. Ona, nasıl mutlu olabileceğini sorar. Bilge önce konuşmak istemez, sonra şunları söyler: "Ey saygıdeğer kişi! Bu kemikten, deriden, kastan, ilikten, etten, ersuyundan, kandan, gözyaşından, çapaktan, sümükten, tükürükten, terden, boktan, çişten, ödden ve salyadan oluşan, kokuşmuş vücutla nasıl mutlu olunur! Bu isteklerin, öfkenin, kızgınlığın, tutkunun, korkunun, kuşkunun, ürkekliğin, kıskançlığın, özlemin, tiksinmenin, açlığın, susuzluğun, yaşlılığın, ölümün, hastalığın ve daha başkalarının uğrağı olan bu vücutla nasıl mutlu olunur! Hem, bu dünyada her şey gelip geçici, bu sinekler ve böcekler ve benzerleri gibi, şu otlar, ağaçlar gibi önce oluyor sonra yok oluyor. Dahası da var - denizlerin kuruması, dağların devrilmesi, demirkazığın titremesi, fırtınaların kopması, yerin çatlayıp göçmesi... Bütün bunların olabildiği bir yerde nasıl mutlu olunur! Sonra, bir gün her şeyden bıkılır; sonra yine her şeye yeni baştan başlanır!" Buradaki gibi tüm varoluşun bir acı çekme (ıstırap) olarak değerlendirilişi Hint düşünürlerinin bundan sonra artık hiç dilinden düşürmediği bir konu olacaktır. Aryaların başlangıç dönemindeki iyimser, yaşama dönük tutumunun bu köklü değişime nasıl uğradığını anlamaya ve açıklamaya çalışabiliriz. Sıcak iklimin yumuşatıcı etkisi burada büyük bir rol oynamış olabilir. Ayrıca bir toplumda da, gençlikteki taşkınlıklardan, eğlence düşkünlüğünden sonra olgunluk dönemlerinde gerçeği araştırmak, geçici olanla oyalanmamak gibi düşünceler güçlenebilir. Yüce düşünceler ve özellikle felsefeler hep kuşkunun ve hoşnutsuzluğun düşünürü kemirmeye başladığı anda doğup onu bilinen ve görünen gerçeklerin ardındaki ve ötesindeki gizli anlamı aramaya itmemiş midir? Hint düşünürlerinin şimdi saptığı yön olan gizemcilik, düşüncenin var gücüyle içe, öze yönelerek derinleşmesi ve yoğunlaşması, dış gerçeğin önemsiz görülmesine yol açmıştır. (İlkçağ Felsefesi - Hint, Çin, Yunan)
  • Realistlerin formülü şöyle idi: "Universalia ante res" tümeller (bireysel) şeylerden önce gelir. Nominalistlerin formülü ise şöyle idi: "Universalia Post Res", tümeller, bireysel şeylerden sonra gelir, onları takip eder. Abelard'ın formülü ise şudur: gerçek olanın insan değil, "insan-lık"; atlar değil "at-lık" olduğunu iddia etmek (Wilhelm gibi) saçmalıktır. Bireysel "şeyler"de genelin biçimi ve bireysel farklılıklar önemsiz diye göz ardı edilemez. Aynı şekilde (Roscellinus gibi) sadece bireysel olanın gerçek ve önemli, genel kavramların ise sadece isimler olduğunu söylemek de yanlıştır, çünkü altında yatan bireysel şeylerde genel kavramların da özün gerçek bir eşitliği şeklinde bir karşılığı vardır. İnsanlar, bazı ortak özellikleri sayesinde sadece insanlar olarak adlandırılamaz. İnsan kavramı, genel insan olanın tüm insanlarda mevcut aynı türdeki gerçekliğine eşittir. Tabii ki bu geneller sadece bireysel insanların içindedir, dışında değildir. Bu yüzden: Universalia in rebus. (Dünya Felsefe Tarihi)
  • İnsan doğası, eğitim ve yasalarla ilgili görüşlerinde olduğu gibi Hsün Tse'nin içinde yaşadığımız doğayla ilgili görüşleri de yine Mensiyüs'ünkilerle tam bir karşıtlık oluşturur. Mensiyüs'ün dışımızdaki doğaya pek önem vermemesine ve kendi iç doğamızı dinlememizi önermesine karşılık Hsün Tse insanların doğaya egemen olmalarını ister. "Hem doğayı översin hem de kaygılanırsın Niçin onu yönlendirmemen yola getirmemeli? Katlanarak doğaya uyarsın, ilahiler düzersin: Niçin kendimize uydurmamak, işe yarar kılmamalı? Saygıyla mevsimleri izlersin iş yapmak için gözlersin Niçin her mevsime göre uygun işler bulmamalı? Varlıkları seversin onlara şaşkın şaşkın bakarsın Niçin işimize geldiği gibi biçimlememeli, yontmamalı? Varlıkların düzeni nedir diye kafa yorarsın Niçin boşa gitmelerini önlememeli düzenlememeli? Herşeyin neden yaratıldığını boşuna arar durursun: Niçin yaratmamalı ve yaratılanlardan yararlanmamalı?...." (İlkçağ Felsefesi - Hint, Çin, Yunan)
  • Kant, “ nesnelerle değil, a priori mümkün olduğu takdirde, nesneleri kavrama tarzımızla meşgul olan tüm bilgiye” transandantal demektedir. Dolayısıyla transandantal felsefe, saf aklın tüm ilkelerinin bir sistemidir. Öyleyse transandantal (parlak bir kavram olan duygular üstüyle karıştırılmamalıdır) tecrübenin ötesinde, tüm tecrübenin ötesine uzanan anlamına değil, her türlü tecrübeden önce, her türlü tecrübeyi mümkün kılan anlamına gelir. (Dünya Felsefe Tarihi)
  • İstediğim taktirde, deneysel olan her şeyi göz ardı edebilirim (soyutlanabilirim).Duruma göre gülün kokusunu, rengini veya başka bir özelliğini göz ardı edebilirim. Oysa bir şeyi tasarımın kendisini yok etmeden gözardı edemem: Uzay içindeki yayılmışlığı. Uzay tasarımı a prioridir. Buna göre uzay, harici duyuların tüm fenomenlerinin bize verdikleri biçiminden başka bir şey değildir.Nesnelerin üzerinde yapışık değildir. Uzay tasarımını şeylere getiren bizleriz. İnsanın duyu organları öyle düzenlenmiştir ki algıladığımız her şey bize uzayda yan yana biçimde görünür. Görünmek! Duyuları duygulara aktarıyorlarsa gerçekten de dışarıdan onları etkileyen bir şeyler var olmalıdır. Dışarıdaki bu “şey” hakkında daha fazla söylenebilecek bir şey yoktur. Hariçteki bu şeyin bana daima duyularımın bana ilettiği biçimde “görünmesinden” dolayı önüme çıkan engeli asla aşamam. Bu fenomenin arkasında duran, “kendinde şey” hakkında hiçbir şey bilemem. (Dünya Felsefe Tarihi)
  • Ksenofanes, Eski Yunan dinine ve saçma inançlarına karşı felsefenin ilk sarsıcı ve korkusuz saldırısını başlatan kişidir. Çok sayıdaki, insan biçimindeki ve insanca zaafları ve kusurları bulunan Yunan tanrılarının tanrı olarak nitelenmesinin bile yakışık almayacağını belirtmiş; Homer (Homeros) ve Hesiod'u (Hesiodos) hırsızlık, dolandırıcılık, eşini aldatma gibi insanlar arasında bile çirkin ve ayıp sayılan şeyleri tanrılara yakıştırmakla suçlamıştır. Günümüze yalnızca birkaç parçası kalmış olan eğitici bir şiirinde insan biçimli (antropomorph) tanrı kavramını alaya almaktadır: İnsanlar tanrı ve tanrıçalarının kendileri gibi doğduğunu, insan biçiminde olduğunu ve bir yerden bir yere yürüyebildiğim, insanlar gibi giyinip kuşandığını vb. sanırlar. Öküzler, atlar ve arslanların elleri olsaydı ve tanrılarının resimlerini ve haykellerini yapmayı akıl etselerdi, insanlar kendi tanrılarını nasıl insan biçiminde yapıyorlarsa, hiç kuşkusuz, onlar da, tanrılarını öküz, at ya da arslan biçiminde yapacaklardı. Nitekim zenciler tanrılarının kara derili ve yassı burunlu, Trakyalılar ise mavi gözlü ve kızıl saçlı olduğunu sanırlar. Gerçekte, insanlar tanrılar üzerine hiç bir zaman, hiç bir şey bilemediler ve hiç bir zaman da bilemeyecekler. Ksenofanes'e göre şurası kesindir: Bir çok tanrı hep bir arada var olamaz, bir tanrının bir başka tanrıya buyurması düşünülemez. En yüce ve en iyi olanın yalnızca bir tek olması gerekir. Bu tek ve bir tanrı her yerdedir. Ölümlülere ne düşünceleri ne de biçimi benzer. En yüce tanrı Ksenofanes’e göre tüm evrenin birliği ve bütünlüğü demektir; bu durumda Ksenofanes'in öğretisi tümtanrıcı (pantheist) bir öğreti olarak nitelenebilir. Ancak ondan artakalan metinler başka türlü yorumlara da açıktır. Yunanlı düşünürler içinde Ksenofanes'in serinkanlı ve keskin bir mantıkla gerçeğe aykırı her türlü inanca, Eski Yunan dinine ve bu arada ruh göçü inancına savaş açan ilk düşünür olduğu sanılmaktadır. Evrenin birliğini ve bütünlüğünü göz önünde bulundurarak ortaya attığı, bin bir türlü görüntünün ardındaki değişmez, kalıcı, öncesiz ve sonrasız tek varlık öğretisinin tutarlı olduğunun gösterilmesi ve kanıtlanması işi, onu izleyen filozoflara düşmüştür. (İlkçağ Felsefesi - Hint, Çin, Yunan)
  • Kung Tse (Konfüçyüs) bir gün Lao Tse'nin töreler ve erdem üzerine görüşlerini almak için Çov Beyliğine gelmiş. Lao Tse ona demiş ki: 'Senin andığın kimselerin bugün kemikleri bile kalmamış, yalnız sözleri kalmış.' Ve sonra yine demiş ki: 'Yüce kişiuygun koşullar varsa günü geldiğinde göklere çıkarılır, yoksa günü geldiğinde yere gömülür ve üzerinde yabani otlar biter. Şöyle bir söz işitmiştim, iyi bir tüccar zenginliğini derinliklerde gizler ve sanki elinde bir şey yokmuş gibi gözlerden saklarmış; erdemli ve olgunlaşmış kişinin de dış görünüşü parlak olmaz. Dostum, şu gösterişli, yapmacık davranışlardan, şu sonu gelmez isteklerden, havada kalan tasarılardan vazgeç. Bütün bunların senin kendi özüne hiç bir yararı olmaz! Sana söyleyeceklerim işte bu kadar!' Kung Tse geri dönünce öğrencilerine şunları söylemiş: 'Kuşların uçtuğunu biliyorum, balıkların yüzdüğünü biliyorum, öteki av hayvanlarının koşarak kaçtığını biliyorum. Koşanlar kementle tutulur. Yüzenler ağ ile yakalanır. Uçanlar ok ile vurulur. Ancak bulutlara binen, rüzgârla dolaşan, bir yere inip bir göğe çıkan ejderhayla nasıl baş edilir, bilemiyorum. Bugün Lao Tse'yi gördüm ve gördüm ki o, ejderhaya benziyor.' Lao Tse, Tao ve yüce erdeme uydu. Öğretisinin özü gizli kalmak ve adsız olmaktır. Çov 'da çok uzun bir süre kaldı. Gidişin iyiye gidiş olmadığını görünce oradan uzaklaşmak istedi. Beyliğin sınır karakoluna geldi. Sınır bekçisi Yin Hin ona şöyle dedi:' Efendim, başınızı dinlemek için uzaklara gitmek üzere olduğunuzu görüyorum. Kendim için sizden şunu diliyorum. Gitmeden önce düşüncelerinizi yazınız.' Lao Tse oturup iki bölümden ve beş bin kadar sözcükten oluşan ve Tao ve Erdem üzerine olan bir kitap yazdı. Sonra da geçip gitti. Nereye gittiğini kimse bilmiyor." Felsefe tarihine Tao Te Çing'le yapılan değerli katkıyı Lao Tse'ye olduğu kadar sınır bekçisi Yin Hin'e de borçluyuz. Usta, kendi düşüncelerini yazmak zorunda bırakılmamış olsaydı, dünya yazını en değerli kitaplarından birinden yoksun kalacak ve gelmiş geçmiş tüm halkların ve tüm zamanların en büyük bilgelerinden biri görüşlerini kendisine saklayarak hiç bir iz bırakmadan geçip gidecekti. Kim bilir kaç bilge hiç bir iz bırakmadan geçip gitti? Bir an için şöyle korkunç bir kurguyu düşleyelim: İnsanlığın tüm kitapları yok olmak üzere olsa ve bunlardan yalnızca üçünü seçerek kurtarma olanağımız bulunsa, Eski Ustanın Yol ve Erdem üzerine olan Tao Te Çing'i bu üç kitap içinde yer almalı. (İlkçağ Felsefesi - Hint, Çin, Yunan)
  • Etki-tepki yasası: Dharma'nın oluş ve yok oluş süreci rasgele ve kuralsız olmayıp bir neden sonuç ilişkisine sımsıkı bağlıdır (ve bu bakımdan bu kuram Yunan atom kuramlarına benzemez). Her dharma kendisinden önceki başka dharma'ların oluşturduğu koşullar ve ortam içinde bir kurala bağlı olarak ortaya çıkar. Etki tepki yasasıyla her şey birbirine kaçınılmaz bir ilişkiler ağıyla bağlanmıştır. Budacılıkta kalıcı olan bir şey varsa işte o da var oluşun bu yasasıdır. Belki kavram karmaşasına yol açılacak ama yine de şunu belirtelim: Budacı yazında bu yasaya da «dharma» denir. Etki tepki yasası (dharma) dünyadaki olaylar için geçerli olduğu gibi davranışlarımızı da düzenler. Böylece bu yasa bir tür ahlak yasasına dönüşerek erdemli davranışlara dayalı bir toplum düzeninin temelini oluşturur. (İlkçağ Felsefesi - Hint, Çin, Yunan)
  • Hıristiyanlığın baştan beri milletler üstü bir yönü vardı. İsa, havarilerini tüm halkları eğitsinler diye göndermişti. Baştan beri hiçbir sınıf ayrımı da yapmıyordu. İsa özellikle "zorda olanlara ve üzerinde yük olanlara" yönelmişti. Hıristiyanlığı ilk kabul edenler, halkın alt tabakasındaki kitlelerden oluşuyordu. Hıristiyanlık, "aşağıdan gelen", ama çok geçmeden toplumsal yapının en üstlerine yayılan tinsel bir devrimdi. (Dünya Felsefe Tarihi)
  • "Bizim dışımızdaki bir kimsenin bizi mutluluğa ya da mutsuzluğa eriştireceğini sanmak budalalıktır." (İlkçağ Felsefesi - Hint, Çin, Yunan)
  • Biz Ortaçağda Aristo'ya ne gözle bakıldığını anlamak için Dante'nin (ölümü 1321) «Divina Commedia»sının (İlahi Güldürüsünün) «Cehennem» bölümüne bir göz atalım. Sonra gördüm bilenlerin ustasını, ben de Kaldırınca başımı, ışıkta, pırıl pırıl Saygı sunma yarışında da çevresinden de Geri kalmayan onunkileri, cıvıl cıvıl; Sonra da Platonu, yanı başında Sokrat'ı..." (İlkçağ Felsefesi - Hint, Çin, Yunan)
  • 1. Tartışma Konusu (...) "Türlere ve çeşitlere gelince, var olup olmadıkları ya da yalnızca ve sadece zihinde var olup olmadıkları, ayrıca, var oldukları takdirde, yalnızca bedensel olarak mı yoksa bedensellikten uzak olarak mı ya da sadece duyularla algılanan şeylerin içinde ve bunların üzerinde mi var oldukları sorusu ile ilgili bir açıklama yapmaktan kaçınacağım, çünkü bunun gibi bir görev yüce bir görevdir ve ayrıntılı bir incelemeyi gerektirir." Görüldüğü üzere, burada söz konusu olan yine Aristoteles'in Platon ile ilişkilerinde de karşılaştığımız eski tartışma, yani genel genellere veya diğer bir deyişle "tümellere" (evrensellere) yönelik gerçekliğe dair tartışmadır ki, evrensellik kavgasının adı da buradan gelir. Bu konudaki tartışmalar, Porphiros'tan yapılan alıntıdan da anlaşılacağı üzere, yüzyıllardır sürer. (...) İki görüş (ilk başlarda) birbirlerine tam zıt kutuplarda ortaya çıkar. Bireysellerin karşısında genellere daha yüksek bir gerçeklik payı tanıyan akıma Realizm adı verilir. Diğerlerinde ise sadece bireysel olan şeyler gerçektir; genel kavramlar gerçekte değil, sadece zihimizde vardır, salt isimlerdir. Bu yüzden bu akıma da Nominalizm adı verilir (Latince "Nomen" kelimesinden). Tabii ki burada "Realizm" kelimesinin daha sonraki zamanlarındaki kullanımından çok farklı bir anlama sahip olduğunu da hatırlatmak gerekir. Bugünkü kullanımıyla bir "realist", zıttı olan "idealist" bu dünyayı salt "fenomen" olarak görürken ve asıl gerçekliği "şeyler"in arkasındakilerde fikirlerde ararken, zaman ve uzay olarak etrafımızı saran gerçekliğe tutunan bir adam olarak kabul edilir. Skolastik dönemindeki anlamıyla Realizm ise bugün İdealizm olarak tanımlayacağımız şeydir, yani bireysel "şeyler" ile kıyaslandığında genel fikirlerin ve bunların daha yüce gerçekliğinin önceliğine dair öğreti ve inançtır. (Dünya Felsefe Tarihi)
  • Schopenhauer'e göre yaşam âleminde yaşama istencinin en büyük dışavurumu, üreme dürtüsüdür. Hatta (bireysel) ölümü bile aşar. Kendini koruma sağlandığı anda canlı üremek; türünü muhafaza etmek için çabalar. İstenç burada neredeyse bilgiden bağımsız ortaya çıkar. Bilgi, insanda beyinde ise üreme organları istencin asıl hassas noktası ve beynin karşı kutbudur. (Dünya Felsefe Tarihi)
  • Saf matematik nasıl mümkündür? Saf doğa bilimi nasıl mümkündür? Bir bilim olarak nitelenebilir ise metafizik nasıl mümkündür? Kant’ın saf aklın eleştirisi dediği bu özel bilimin görevi, bu soruları ele almaktır. Saf akıl, bir şeyi a priori olarak kavrama ilkelerini kendi içinde taşıyan akıldır. Kant, saf aklın eksiksiz bir sistemini sunmaktan ziyade saf aklın, kaynaklarının ve sınırlarının eleştirel bir değerlendirmesini sunduğundan, kitabın eleştiri diye tanımlamaktadır. (Dünya Felsefe Tarihi)
  • Metafizik bir bilim ise neden diğer bilimler gibi tümel ve sürekli olarak takdir edilememektedir? Bilim değil ise insan aklının nasıl hiçbir zaman sönmeyen, ama hiçbir zaman da yerine gelmeyen umutlarla oyalayabiliyor? Dolayısıyla ister bilgimizi, ister bilgisizliğimizi sergileyelim, bu bilimin doğası hakkında kesin bir olguya varmak zorundayız, çünkü aynı konumda kalması artık mümkün değildir. (Dünya Felsefe Tarihi)
  • Bu tanrı bolluğunun ötesinde son bir gerçek, bir varoluş nedeni gizli olamaz mı? Sakın bütün varlıklar tek bir kaynaktan çıkmış olmasın? Sonraları Hint felsefesinin üzerinde çok durduğu birlik düşüncesinin ilk tohumlarının daha bu dönemde atıldığı görülmektedir. Rigveda’nın Yaradılış ilahisinde bu düşünceler ve her şeyin kaynağı olan ve tüm evreni kapsayan son gerçeği arayış, görkemli bir biçimde şöyle dile getirilmiştir: "Başta ne varlık vardı ne yokluk Her yeri dolduran her yerde olan Hava da yoktu yukarıda gökler de! Nerede derin uçurumlar, denizler? Başta ne ölümsüzlük vardı ne ölüm! Gece de olmazdı, gündüz de Başka şey yokken O bir başına Sonsuzlukta uçardı sessizce. Karanlıkla örtülüydü her yer Başı sonu olmayan ışıksız gecede Sıkılmış olmalı ki örtü içinde Birden doğdu O, parlayan bir güçle. Bu bir olandan çıktı önce Bilginin tohumu olan sevgi Varlığın kökü yokluk iken Sevgiyi aradı durdu bilgi Bir ayrılık girmemişse araya Üstteki nedir, alttaki nedir? Yerinde duramayıp düşünce tohum Yer altta, gerilim üsttedir. Bütün bunları kuran kim? Varlık neden olmuş duyan kim? Tanrılar da gelmişler buraya! Nereden gelmişler gören kim? Kim ise varlığı yaradan Bakar mı göğün üst katından Yerde ne varmış, ne yokmuş O da mı bilmez, kim bilir?" Derin bir sezgiyle gerçeği arayan bu ilahinin sonunda İlahiler döneminin sonuna gelindiğini bildiren bir kuşku beliriyor: Tanrılardan kuşkulanmak! Ozan bize tanrıların "oradan bu yana" geldiğini söylüyor; demek ki, onlar da yaratılmışlar. Aşağıdaki dizelerde de eski Veda dininin çöktüğü, daha doğrusu yeni bir dönemin eşiğine gelindiği iyice belli oluyor. Tanrılara karşı duyulan kuşku giderek bir alaya dönüşüyor: "Yarışın bakalım, Indra'yı övüp durun! Keşke sizi bir duyabilse bir kez olsun... Diyorlar ki "Indra nerdesin niçin yoksun!" Hiç olmamış mı gören, ya kim o övülen?" (İlkçağ Felsefesi - Hint, Çin, Yunan)

Yorum Yaz