tatlidede

Çocuğuna söz geçiremeyen babanın hikayesi

Çocuğuna söz geçiremeyen babanın hikayesi

 

01.10.2009 14:34:04

 

 

 

Çocuğuna söz geçiremeyen babanın hayat hikâyesi 

         Coğrafi olarak çok yakın bir ülke. Adı Bavistan. Ancak tarih olarak zaman ötesi bir zaman, yerin adı Loranne.  Zamansız denilebilecek bir tarih. İradelerinin dışında geçekleşen birliktelik. Böylece ortaya çıkan sıradan bir anne-baba. Umutlar, hayaller ve hayal kırıklıklarının iç içe geçtiği girift bir ortam.

 

          Hiç kimseye tolerans tanımayan zaman onlar için de hızla akıp gitmektedir. İlk darbeyi ihanetlerine uğradıkları bir tarafın ailesinden yemişlerdi. Dünyaları kararmış, hayatları yaşanmaz, sıkıntılar katlanmaz olmuştu.  Küçük akılları çıkış yolu bulmaktan acizdi. Mütevazı ama dış müdahaleye açık bir hayat yaşıyorlardı. Bu arada peş peşe çocukları dünyaya gelmektedir. Buldukları iş geçimlerini sağlamaya yetiyor, ayaklarının üzerinde durmaya çalışıyorlardı.

 

           Okuduğu önder şahsiyetlerin hayat hikâyelerinden etkilendiği için hayata geniş bir perspektiften bakıyordu. Hayat arkadaşını yetiştirmeye ve onu taşımaya çalışıyordu. En çok gayret harcadığı alanlardan biri bu alandı. Ulaşamadığı güzel bir eğitim hayalini çocukları üzerinden gerçekleştirmeyi hedeflemişti. Bunun için hiçbir fedakârlıktan kaçınmıyordu. Kız erkek ayrımı yapmıyordu. Eğitimin cinsiyetler üstü bir olgu olduğuna inanıyordu. Giyim tarzlarından dolayı kızlarının önüne çıkarılan engeller ruhunu incitmişti. Yapabileceği fazla bir şeyi yoktu. İçinde kopan fırtınaların tek tanığı kendisiydi.

 

           Oğlanların Üniversite serüveni hayatının en ulvi ideali, hayali ve övüncüydü. Bu uğurdaki fedakârlıklar hayatında önemli bir yer tutmaktan uzaktı. Zira her şeyi göze almıştı. Bu uğurda veremeyeceği bir bedel yoktu. Hatta yaptığı her şey onun mutluluğunu arttırıyordu. Zaten insanlara hizmet edebildiği ölçüde mutlu olma onun hayat felsefesiydi. Bu bağlamda hayat arkadaşının kendini bir yöne çekiştirmesi, ailesinin diğer fertlerinin başka bir yöne çekiştirmesi olağan hale gelmişti. Duygularını içine gömüyor, bu konu onun için tabu olmaktan çıkmıyordu. Anlaşılmaması, kaderinin başkaları tarafından yazılması, iradesinin ipotek altına alınmasının acısını iliklerinde hissediyordu.

 

            Baba veya dayıya çekmenin övünme vesilesi olduğu anlayışının hâkim olduğu diyarda okuduklarına çekmeyi arzuluyordu. Örfi ve ilmi ikilemin arenasında tercihi ilimden yanaydı. Ancak onun yakasını bırakmayan örfi anlayış çocuklarının da yakasına yapışmıştı. En çok buna yanıyordu. Yetiştirdiği, iş güç sahibi ettiği, kimseye muhtaç etmediği, her türlü imkânı sağladığı, kendisinden önemsediği, ciğerparesi kendisi ile arasına mesafe koymuştu. Görünürde saygıda kusur etmiyordu. Ancak tercihini ailenin diğer fertlerinden yana koyduğu açıkça görünüyordu. Yapacak fazla bir şey yoktu. Acısını içine döküyordu. Ah bir anlaşılsaydı ne olurdu. Şunu da apaçık biliyordu; “Mal ve evlatlar dünyanın süsüydü.” Asıl olan mavera ile bağı sağlam tutmaktı. Onunla teselli olmaya çalışıyordu. Tarzında ümitsizlik, yılgınlık yoktu. Suyunu içtiği kaynağın nağmeleri ona sabır telkin ediyordu. Hz. Yakub’un dediği gibi “Artık (bana düşen) hakkıyla sabretmektir.”  düsturu tek tesellisiydi.

 

          Gelen Davudi ses uyanmasını sağlamıştı. Hayata ve bilince çağrıydı duydukları. Gördüğü rüyanın etkisinden terden sırılsıklam olmuştu. Bunun bir rüya olduğuna çok sevinmişti. Ya gerçek olsaydı. Ailesi ve hayatı bir film şeridi gibi kafasından hızla geçti. Kafası karma karışıktı. Yataktan zor kalktı. Kedini toparlamaya çalıştı. Temizlikten sonra divana durdu. Uzunca bir süre şükretti.

Yorum Yaz